Etiket arşivi: Aristoteles

GÜNCEL AHLAKİ KRİZİMİZİN NEDENİ

Yusuf Samim Lütfü
( Kasım 2025 )

Bir derdim var!
Şairin dediği türden, yani anlatılır gibi değil.
Daha doğrusu ben hep anlatıyorum da kimse anlamıyor ya da anlamak istemiyor! Son otuz yılı mutlak hegemonya olmak üzere, uzun yıllardır öylesine koşullanmış ki kafalar, insanlar gerçeği ya göremiyorlar ya da görmek istemiyorlar.
Ama insanların güzele (ve doğruya, ve iyiye) uzun süre kayıtsız kalamayacağına inanan biri olarak bıkmadan, usanmadan söylemeye devam edeceğim.

Bir kez daha söylüyorum; güncel ahlaksızlığımızın nedeni, geç modernite dönemine dek (20. yüzyıl) şöyle ya da böyle dünyaya egemen olan Kant’ın Ödev Ahlakı‘nın (Deontoloji‘nin), Anglosaksonların mutlak hegemonyalarını ilan etmelerinden sonra (1991 reel sosyalizmin çöküşü) yerini Anglosaksonların Yararcı ve Çıkarcı Ahlak‘ına (Utiliteryen ve Pragmatik Ahlak‘a) bırakmış olmasıdır.

E ne var bunda? Adamlar bilimde ve teknolojide en ilerilere gitmiş, ekonomide ve politikada istikrarı sağlamış ve sonunda dünyanın efendileri olmuşlarsa, bırak da onların değerleri (neoliberalizmi, finans kapitali, yararcı ve çıkarcı ahlakları) egemen olsun ve örnek alınsın.. diyebilirsiniz.

Cevabım sizi hayal kırıklığına uğratabilir, lakin güncel ahlaki krizimizi de pek güzel açıklar :

Bilim ve ekonomi yarar temelli faaliyetlerdir.

Yararcılık ve çıkarcılıkla bu alanlarda en ilerilere gidebilirsiniz ama ve lakin aynı yararcılık ve çıkarcılık; farklılıklarımıza rağmen bir arada, huzur içinde yaşayabilmemizi sağlayan ahlak alanında tam bir felakettir! Bugün yaşadığımız budur.
Zira ahlak, yarar temelli olmamalıdır.

Daima
– bireyciliği toplumculuğa,
– yararı-çıkarı erdeme,
– özgürlüğü eşitliğe
tercih eden Anglosakson yararcılığı ve çıkarcılığı ile ne sömürüyle başedilebilir ne de farklılıklara rağmen huzur içinde bir arada yaşanabilir.

Yararcı ve çıkarcı ahlakı benimsemiş gelişkin Batılı ülkeler asla benim söylediklerimi yalanlamaz; onların huzurları, refahları kendi sınırları içinde ve kendileri için, zenginlikleri de kendilerinin dışındakileri sömürmeleri ile mümkündür.

Yararcılık ve çıkarcılık asla evrensel bir ahlak olamaz.

Anglosakson hegemonyası altında Kant’ın Ödev Ahlakı‘nın yerini Anglosaksonların Yararcı ve Çıkarcı Ahlakı’na bırakması doğal olduğu kadar kaçınılmazdır da.
Çünkü Kant’ın değerleri ile Anglosakson değerleri neredeyse taban tabana zıttır.

Kant ne kadar toplumcuysa, Anglosaksonlar o kadar bireycidir. İnsan hakları ve bireyin özgürlüğü konusunda taviz (ödün) vermeyen Kant

  • “Toplumsallık insanlığın en yüksek amacıdır.” demiştir.

Kant’ın özgürlük anlayışı otonomi ve otarşiye dayalı (insanın kendi koyduğu kurallarla kendini yönetmesi) pozitif bir özgürlük anlayışı iken; Anglosaksonlarınki, engelleyici dış etkenlerin olmamasına bağlı bir negatif özgürlük anlayışıdır.
Kant ne denli akılcı (rasyonalist) ise, Anglosaksonlar akla o kadar şüpheyle bakarlar.

Hep söylüyorum; Anglosaksonlar epistemolojik ve etik olarak akla karşıdırlar. Epistemiyolojide bilgilerimizin kaynağı olarak aklımızı değil, duyularımızı ve deneyimlerimizi öne çıkarırlar (empirizm), Etikte de eylemlerimizin güdüleyicisi aklımız değil hazlar ve çıkarlardır. Anglosaksonlar için eylemin amacı değil neticesi (sonucu) önemlidir. Ve gene Anglosaksonlar için sömürü ayıplanacak bir şey değil, halli mümkün (çözümü olanaklı) olmayan bir doğa yasasıdır (!)

Anglosaksonlar için insan evrim geçirerek alet kullanabilme ve işbirliği yapabilme
(bir arada yaşama) yeteneklerini geliştirmiş doğal bir yaratık (onlar “hayvan” demeyi tercih ederler!) iken, Kant insanı akıl sahibi bir doğal yaratık (AS: canlı, “anima”) olarak görür. Tıpkı Sokrates ve tıpkı Aristoteles gibi Kant için de insanı hayvandan farklı kılan, aklıdır.

Şimdi kimse kimseyi kandırmaya kalkmasın! Son otuz yıldır mutlak hegemonya biçiminde olmak üzere,

  • 21. yüzyılda tümüyle Anglosakson değerlerinin (Neoliberalizmin, finans kapitalizminin ve de Yararcı ve Çıkarcı Ahlak anlayışının) etkisi altında yaşıyoruz, zira patron onlar!

Kant’ın pozitif özgürlükçü, toplumcu, eşitlikçi ödev ahlakının yerine kendi negatif özgürlükçü, bireyci, efendilerin olması için uşakların da olmasını gerektiren ahlaklarını geçirmelerine rağmen; bunu savunmakta zorluk çeken efendilerimiz ve onların etki alanındaki entelejansiya şimdi yok “analitik felsefe“, yok “semantik felsefe“, yok “diskurs etiği“, yok “meta etik” türünden zırvalarla suyu bulandırmaya çalışıyorlar.

Özgürlük anlayışlarını (negatif özgürlük) hiç sorgulamadan, kendilerine “özgürlükçü” (liberal) dedikleri için en doğrunun kendileri olduğunu düşünüyorlar. Tıpkı siyaseten rakipleri olan diyalektik materyalistlerin çoğu gibi, metafiziği külliyen reddettikleri için; “özgürlük temelli, metafizik bir kavram” olan ahlakı ve Deontoloji’yi (Kant’ın ödev ahlakını) reddediyorlar.

Ahlakın yerine psikolojiyi geçirmekle meşguller!

Kargadan başka kuş, Deontoloji dışında ahlak tanımam!

Farklılıklarımıza rağmen bir arada ve huzur içinde yaşamamızı sağlayacak bir ahlak, şüphesiz ki akla dayalı ve normatif (kuralları olan) olacaktır.

Sözde bir çoğulculuk ya da özgürlükçülük adına kuralsızlığı veya herkesin kafasına göre kural koymasını savunamazsınız.

Şüphesiz ki başta adalet olmak üzere basiret, cesaret, ölçülülük, diğerkâmlık, toplumculuk gibi “evrensel ahlaki değerler” ile zamanla ve mekânla değişebilen
değer yargıları” aynı kefeye konulmayacak, mantıksal tutarlılık ve eleştirel akılcılık her şeyden önce gelecektir.

İşte bu nedenle, ahlak konusunda Kant bir zirvedir ve O’ndan sonrası zırvadır.

Akılcılığın ve bilimselliğin “tu kaka” edildiği, cehaletten medet umulan bir postmodernite çağında yaşadığımızı asla unutmayın.

İnsan –sürü fertlerinden farklı olarak akıl sahibi– olduğunuzu da…

2 BİN YILLIK YANILGIYI GALİLEO GALİLEİ DÜZELTMİŞTİ !

Ali Ercan
Prof. Dr. Çekirdek Fiziği Uzmanı

Ünlü klasik filozoflardan Aristoteles gözlemlerine dayanarak “Ağır cisimler daha hızlı düşer. ” demişti ve insanlar, Bilge bir kişi olarak tanıdıkları filozofun sözüne ~2 bin yıl boyunca inanmıştı!..

Ne var ki 16. yüzyılda, İtalyan fizikçi Galileo gerçeklerin salt gözlemle değil, ayrıca matematik hesaplarla destekli deneylerle (!) saptanacağından yola çıkarak;
Ağır ve Hafif cisimlerin düşüş hızlarını kıyasladı… (Felsefeden-> Bilime geçişin ilk adımı)

Pisa Kulesi‘nden aynı anda bırakılan çok küçük ve epeyce büyük 2 kurşun kürenin düşüşünü aşağıda gözlemledi, pek fark göremiyordu. Sonra dahice bir fikir geldi aklına…

Modern Fiziğin doğumu!

Eğik bir düzlem üzerinde güllenin tepeden aşağıya bırakılışı da pratikte yukardan
dik düşüşle özdeş (!) bir DENEY idi.. (Özdeşliği matematik yolla göstermişti)…
Bu deneyde de büyük ve küçük top biçimindeki kurşun gülleler yine aynı sürede tepeden dibe iniyordu !
***
Yıllar sonra çok daha kanıtlayıcı bir deney olanaklı oldu !

NASA roketlerinin uzay koşullarında testi için kullanılan 60 m yüksekliğindeki havası
çok güçlü pompalarla boşaltılmış büyük bir kulenin içinde deney yapıldı.

Kulede, hava boşaltılmadan önce Gülle ve Tüy yukardan bırakıldığında önce gülle ve sonra salına salına gelen tüy düşüyordu (Aristoteles’i yanıltan gözlem) ama kulede hava boşaltıldıktan sonra “gerçek” ortaya çıktı !!!

“Bir kuş tüyü ve büyük bir Demir Küre eşit sürede yere düştü !”

Hayaletlerle, safsata varsayımlarla değil, Bilimle kalın!

Sevgilerimle.æ

Politika nedir?

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
04 Eylül 2023, Cumhuriyet

Politika teriminin kökeni antik Yunancadaki polis terimine dayanır. Polis, toplumsal yaşam alanı veya kent anlamına gelmektedir.

Antik Yunan filozofu Aristoteles, insanın doğası gereği toplumsal bir canlı olduğunu söyler. Politika, toplumsal yaşamın yapısıyla, düzenlenmesiyle, yönetilmesiyle ilgili bir kavramdır.

Aristoteles’in hocası olan antik Yunan filozofu Platon, filozofların yönetici olması gerektiğini savunur.

Çünkü filozof, akıl yürüterek, bilgelik için, doğrunun ve gerçeğin bilgisini edinmek için mücadele eden kişidir.

Felsefe teriminin kökeni, antik Yunancadaki philo-sophia terimine dayanır. Philo-sophia, bilgelik sevgisi anlamına gelir.

Filozof için bilgelik (sophia), bilgi (episteme), doğruluk/gerçeklik (aletheia) ve akıl yürütme/gerekçelendirme/temellendirme (logos) birbiriyle ilişkili ve bağlantılı kavramlardır.
***
Platon’a ve Aristoteles’e göre, yaşamın amacı (telos), iyi bir ruha sahip olmaktır (eudaimonia). İyi bir ruha sahip olmak erdemli olmakla (arete) olanaklıdır. Adalet (dikaiosune) en önemli erdemlerin arasında yer almaktadır.

Toplumsal bağlamın dışında kalarak erdemli bir yaşam sürülemez. Adalet kavramından bağımsız olarak toplumsal yaşamı yapılandırmak, düzenlemek, yönetmek de olanaklı değildir.

Adaletin ne olduğunu, adaletin özünü, adaletin anlamını kavramak, ancak felsefeyle olanaklı olduğu için de, filozofların yönetici olması çok önemlidir.

Platon’a ve Aristoteles’e göre, bir başka önemli erdem de cesarettir (andreia).

Felsefi çerçevede erdemli bir yol, yaşamsal önemde bir konudur. “Güçlü olan haklıdır” paradigması ancak böyle yıkılabilir; algılar üzerinden değil, gerçekler üzerinden politika ancak böyle geliştirilebilir; yöneticilerin yozlaşmalarını sorgulayan Sokrates’in ölüme mahkûm edilmesi gibi adaletsizlikler, ancak böyle önlenebilir.

Platon ve Aristoteles, bu bakış açısıyla, teori ile pratik (kuram ile uygulama) arasındaki zorunlu bir bağlantıyı ve bütünlüğü de ortaya koyarlar.
***
Yüzyıllar sonra İngiliz filozof John Locke ve İsviçreli/Fransız filozof Jean-Jacques Rousseau, toplum sözleşmesi kavramını geliştirerek, adalet mücadelesi doğrultusunda, toplumu da bu sürecin içine etkin ve örgütlü bir biçimde katmışlardır.

  • Locke, güçler ayrılığı, emekçinin mülkiyet hakkı, laiklik gibi ilkeleri geliştirerek, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması doğrultusunda çok önemli adımlar atmıştır.
  • Rousseau bu süreci, halk egemenliği ve yasalarla güvence altına alınan kamusal yarar ilkesiyle tamamlamıştır.
  • Alman filozof Karl Marx, sanayi devriminden sonra, mülkiyet sorununu yeniden ele alarak, değişen üretim biçimlerini de ve üretim araçlarını da dikkate alarak, kapitalist sömürünün önlenmesi için, sanayi tarzı üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını savunmuştur.
    ***

Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk, bu felsefi ve tarihsel süreci, Türkiye’nin özel ve tarihsel koşullarını da dikkate alarak, teori ve pratik (kuram ve uygulama) bütünlüğü içinde, entelektüel bir bakış açısıyla, sentezlemiştir.

Atatürk;

  • Cumhuriyetçilikle monarşiyi yıkmıştır;
  • Halkçılıkla oligarşiyi yıkmıştır;
  • Devletçilikle/kamuculukla özelleştirmeciliği ve serbest piyasacılığı yıkmıştır;
  • Laiklikle teokrasiyi yıkmıştır;
  • Milliyetçilikle/ulusçulukla ümmetçiliği yıkmıştır;
  • Devrimcilikle muhafazakarlığı ve statükoculuğu yıkmıştır.

Sosyal demokrasi ve demokratik solculuk da, ekonomik ve sosyal adalet anlayışıyla, karma ekonomik model önermesiyle, Atatürk’ün halkçılık ve devletçilik ilkelerini olumlamıştır.
***
Politika aslında, felsefi bir eylemdir.

Ancak politikayı politika olmaktan çıkartan güç odakları ve sahte politikacılar, ne yazık ki, politikanın, başka bir deyişle siyasetin, kötü bir biçimde anılmasına neden olmuşlardır.

Atatürk’ün ilkelerinden ve ideolojik yaklaşımdan uzaklaşan bugünkü CHP yönetimi de, siyasetin yüzeyselleşmesinde büyük bir rol oynamıştır.

CHP’nin ve Türkiye’nin, yeniden felsefi bir eyleme ihtiyacı (gereksinimi) vardır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Politika nedir?4 Eylül 2023

Her yer karanlık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
 
31 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kuruluşunun 99. yılı, yine hayal kırıklıklarıyla geçti.

Önce, TBMM’de AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı temsil eden en üst düzey yetkili olan AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal“Cumhuriyetin kültür devriminin, düşünce setlerimizi yok ettiği” yalanını ve safsatasını ortaya attı.

Mahir Ünal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türkçe’nin, Arapçanın ve Farsçanın kuşatması altına girdiğini; okuma – yazma oranının %10’un üzerinde olmadığını; Platon, Aristoteles, Augustinus, Aquinas, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Spinoza, Hobbes, Locke, Bacon, Hume, Rousseau, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche çapında önemli tek bir filozofun yetişmediğiniKopernik, Galilei, Kepler, Newton çapında önemli tek bir bilim insanının çıkmadığını; felsefe ve bilim alanında özgün ve devrimci hiçbir düşüncenin geliştirilmediğini halktan gizleyerek halkı kandırmaya çalıştı.
***
Arkasından, AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde düzenlenen “Türkiye Yüzyılı” toplantısında, Mahir Ünal’ın iddialarına paralel bir biçimde, Atatürk döneminin Cumhuriyeti, sanayi alanında yapılan yatırımlara indirgendi; bu yatırımlarla AKP iktidarındaki yatırımlar arasında bir süreklilik olduğu vurgusu yapıldı; Cumhuriyetin özü, esası, Aydınlanma devrimleri, kültür devrimi ve siyasi devrimler yok sayıldı.

Cumhuriyetin 99. yılında, “Türkiye Yüzyılı” adı altında, AKP’nin ve Erdoğan’ın 20 yılının anlatıldığı toplantıda, TBMM’nin kurulması; saltanatın ve hilafetin kaldırılması; Öğretim Birliği Yasası ve Medeni Kanun; kadınların çalışma ve eğitim yaşamına katılması ve hukuk önünde erkeklerle eşit haklara sahip olması; kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanması; üniversite reformu; bilime, felsefeye ve sanatın tüm dallarına yönelik gerçekleşen açılımlar; dil ve alfabe alanında gerçekleşen reformlar; dinin devlet, siyaset, hükümet, hukuk, eğitim işlerine müdahale etmesinin önlenmesi, laikliğin anayasa maddesi haline gelmesi gibi Cumhuriyet devrimleri görmezden gelindi.

Bütün bunlarla birlikte, söz konusu toplantının tanıtım afişlerinde, Atatürk’ün resmi yer almadı, Atatürk yok sayıldı, O’nun yerine Erdoğan’ın resimleri kullanıldı; ana başlıkta “Türkiye Yüzyılı” denilerek, cumhuriyet kavramı ve terimi de kullanılmadı!
***
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Mahir Ünal’ın açıklamalarını, “SADAT’çıların” ve “Asrikacılar”ın zihniyetine benzetmekle yetindi.

Oysa, SADAT’ın kurucusu ve bir dönem Erdoğan’ın danışmanı olan Adnan Tanrıverdi, Erdoğan tarafından cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlanan Kadir Mısıroğlu ve AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları, daha eskilere dayanan bir Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının, son yıllarda karşımıza çıkan sonuçlarıdır.

  • Mahir Ünal’ın, Adnan Tanrıverdi’nin ve Kadir Mısıroğlu’nun zihniyeti İskilipli Atıf, Mustafa Sabri, Şeyh Said, Necip Fazıl Kısakürek, Saidi Nursi ve Fethullah Gülen gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının zihniyetinin bir uzantısıdır.
  • Cumhuriyetin kuruluşundan beri, Cumhuriyeti yıkmaya çalışan ve emperyalizme hizmet eden bir örgütlenme her zaman var olmuştur. Bunu anlamadan ve buna karşı açık ve seçik bir tavır ortaya koymadan, Cumhuriyeti korumak olanaklı değildir.

***
Cumhuriyet bayramında, Atatürk’ün izinde olduğunu savunan ve AKP’ye muhalif olarak bilinen birçok yorumcu da televizyonlarda yaptıkları açıklamalarda, Cumhuriyetin anlamını ve Cumhuriyetin Aydınlanma devrimlerini anlatmayı beceremediler; saatlerce Kurtuluş Savaşı sürecini anlattılar; 19 Mayıs’ta ve 30 Ağustos’ta anlatmaları gereken şeyleri, 29 Ekim’de anlatarak AKP’nin değirmenine su taşıdılar!

Cumhuriyetin, halkın egemenliğine dayanan bir yönetim biçimi olduğu; bunun da cumhuriyetçilikle, halkçılıkla, devletçilikle, laiklikle, ulusçulukla ve devrimcilikle olanaklı olduğu; aksi halde halkın değil, yönetici sınıfın, ruhban sınıfının, sermaye sınıfının egemen olacağı; Cumhuriyetin yerine, monarşinin, oligarşinin, teokrasinin geçerli olacağı, bir türlü anlatılamadı.

Türkiye, hem iktidarıyla hem de muhalefetiyle bu kadar karanlık bir dönemi hiç yaşamamıştı!

Assos’ta kültür katliamı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
19 Eylül 2022, Cumhuriyet

 

Felsefe ve bilim tarihinin en önemli düşünürlerinden birisi olan Aristoteles’in, Çanakkale ilinde yer alan Assos Antik Kenti’nde yaşamış olması, Assos’u önemli kılan özelliklerin başında gelir.

Aristoteles, MÖ 384 yılında Makedonya bölgesinde, bugünkü Selanik kentinin yakınlarında bulunan Stagira’da doğmuştur; Platon’un Atina’da kurduğu Akademeia adlı okulda eğitim görmüştür.

Aristoteles, Platon’un ölümünden sonra, Atina’da yaşadığı çeşitli baskılar sonucunda Anadolu’ya sığınmıştır ve MÖ yaklaşık 347-344 yılları arasında Assos’ta yaşamıştır. Aristoteles, Assos’un hükümdarı Hermias’ın yeğeni Pythias ile evlenmiştir, bu evlilikten bir çocuğu olmuştur.

Aristoteles, Assos’tan ayrıldıktan sonra Makedonya’da Büyük İskender’in hocası olmuştur, daha sonraki yıllarda Atina’ya geri dönerek Lykeion adlı okulu kurmuştur. MÖ 322 yılında Euboia (Eğriboz) adasında Halkis’te ölen Aristoteles, epistemoloji, mantık, ontoloji, metafizik, etik, siyaset felsefesi, estetik, fizik, astronomi, biyoloji, zooloji alanlarında birçok önemli eser yazmıştır.
***
Antik tiyatrosuyla, tapınağıyla, agorasıyla, nekropolisiyle ve surlarıyla mimari açıdan da çok önemli bir kültür mirası olan Assos, Çanakkale Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 30 Ekim 2013 tarihli ve 1205 sayılı kararıyla, 1. derece arkeolojik sit alanı olarak belirlendi.

İçişleri Bakanlığı, Çanakkale Valiliği ve AFAD ise 2020 yılında, Assos’taki falezlerden kayaların düşmesi tehlikesi olduğunu tespit ederek bu tehlikenin önlenmesine yönelik bir çalışma başlattı.

Bu alanda uzman jeologlar ve mühendisler, kayaların düşme tehlikesinin, tarihi ve arkeolojik bölgeye zarar verilmeden lokal (AS: yerel) bir işlemle giderilebileceğini açıkladıkları halde, hükümet bölgeye kepçeyle, hafriyat kamyonuyla, dinamitle, iş makineleriyle girerek tarihi ve arkeolojik bir alanda olan tepeleri ve falezleri, bir taşocağı manzarasına yol açacak biçimde oydu ve ortadan kaldırdı!

Bölgede arkeolojik kazı yapan üst düzey yetkililere göre, bu esnada, toprak altında veya üstünde yer alan birçok arkeolojik eser yok oldu veya zarar gördü, bazıları kurtarıldı, bazıları kurtarılamadı!

İşin en korkunç yanı, kültürü ve tarihi koruması gereken Kültür ve Turizm Bakanlığı bu konuda İçişleri Bakanlığı ile işbirliği yaptı, Çanakkale Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, 16 Aralık 2020 tarihli ve 6603 sayılı kararıyla, söz konusu projeyi onayladı!

İçişleri Bakanlığı’na, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ve yürütülen hukuk dışı işleme karşı dava açanlar bu davayı kazandılar. Çanakkale 2. İdare Mahkemesi, 24 Mayıs 2022 tarihli 2022/423 sayılı kararı ile Assos’ta gerçekleşen işlemin, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 5 Kasım 1999 tarihli ve 658 sayılı kararına ve Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 7 Nisan 2016 tarihli ve 562 sayılı kararına aykırı olduğunu; Çanakkale Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 6603 sayılı kararının hukuka aykırı olduğunu; dava konusu olan işlemin, 1. derece arkeolojik sit alanı olan bir bölgede yapılaşmayı içerdiğini ve afetle ilgili olarak alana müdahalenin, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından oluşturulması gereken bir bilim kurulunun denetiminde gerçekleşmediğini, oybirliğiyle karara bağladı.
***
Assos’ta bir kültür katliamı gerçekleştiren Kültür ve Turizm Bakanlığı bu hafta, “Troya Kültür Yolu” oluşumu, Çanakkale Kültür, Sanat ve Yaşam Derneği, Trakya Üniversitesi ve Nadas Otel ile birlikte bölgede, “Assos Felsefe Okulu” adlı bir etkinlik düzenliyor!

AKP hükümeti ve onun peşinden sürüklenenler, Felsefe Sanat Bilim Derneği bünyesinde zaten gerçekleşen ve 22 yıldır düzenlenen “Assos’ta Felsefe /Assos Felsefe Akademisi” etkinliğini yok sayarak, yıllarca verilen emeğe saygısızlık yaparak, mevcut ve başarılı bir projeyi taklit etmeye çalışarak, erdemsizlik yolunda ilerlemeye devam ediyor!

Bu aynı zamanda, Aristoteles’in ahlak, erdem, adalet ve cesaret konusundaki düşüncelerine ihanetin de bir fotoğrafıdır!

Assos’ta Felsefe / Assos Felsefe Akademisi

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
12 Eylül 2022, Cumhuriyet

Cumhuriyet gazetesinde son dört yılda yazdığım 200’ü aşkın köşe yazısı içinde, sadece bir yazımda, şahsıma yönelik saldırılara yanıt vermek zorunda kaldım. Bu yazı da ikinci örnek olacak.

Bu sefer konu, 22 yıldır Çanakkale ili, Ayvacık ilçesi, Behramkale köyündeki Assos antik kenti bölgesinde düzenlediğim, “Assos’ta Felsefe / Assos Felsefe Akademisi” etkinliğine yönelik sabotajlar, çıkarılan zorluklar, projenin üzerine çökme girişimleri, projeyle ilgili yürütülen taklitçilik faaliyetleri ve proje hırsızlığıdır.
***
“Assos’ta Felsefe / Assos Felsefe Akademisi”, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, felsefe alanında, nitelikten taviz vermeden, uluslararası ve ulusal çerçevede, 20 yılı aşkın bir süre düzenli olarak gerçekleşen, sürdürülebilir olduğunu kanıtlamış, ilk ve tek etkinliktir.

Felsefe tarihinin en önemli filozoflarından birisi olan Aristoteles’in bir dönem yaşadığı Assos’ta, yılda iki defa, temmuz ayında uluslararası, şubat ayında ulusal boyutta gerçekleşen bu sempozyum etkinliğine, dünya çapında önemli felsefeciler, öğretim üyeleri, profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, konuşmacı olarak katıldı.

Bu bağlamda, Cambridge Üniversitesi, Harvard Üniversitesi, Yale Üniversitesi, Sorbonne Üniversitesi, New York Üniversitesi, Columbia Üniversitesi, Kaliforniya/ Berkeley Üniversitesi, Arizona Üniversitesi, Bologna Üniversitesi, Humboldt Üniversitesi gibi dünya çapında önemli üniversitelerden 140’ı aşkın öğretim üyesi etkinlikte konuşmacı oldu.

Türkiye’den de Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Ege Üniversitesi gibi birçok üniversiteden 70’i aşkın öğretim üyesi etkinliğe konuşmacı olarak katıldı.

Bilgi felsefesi, bilim felsefesi, varlık felsefesi, ahlak felsefesi, siyaset felsefesi, sanat felsefesi, dil felsefesi, zihin felsefesi, din felsefesi gibi felsefenin birçok alanında gerçekleşen toplantılarda, bugüne kadar 8 bini aşkın katılımcı yer aldı.

Bu sempozyumlardan birisinde sunulan bildiriler, dünyanın en önemli akademik yayınevlerinden birisi olan Cambridge Üniversitesi Yayınları (CUP) tarafından kitap olarak yayımlandı.

Herkese açık ve ücretsiz olan, kâr amacı gütmeden, Felsefe Sanat Bilim Derneği bünyesinde düzenlenen bu etkinlik, özgün bir proje olarak büyük ilgi gördü, medyada etkinlikle ilgili 100’ü aşkın haber yayımlandı; etkinlik Assos’un hem uluslararası hem de ulusal çapta tanıtılmasına da büyük katkı sağladı.
***
Kültür ve Turizm Bakanlığı ise iki yıl önce, ören yerlerinin bu etkinlik için ücretsiz tahsis edilmesi uygulamasına son verdi ve ücret talep etmeye başladı! Bakanlık bununla da yetinmedi, ABD’den, Kanada’dan, Britanya’dan, Avrupa Birliği ülkelerinden yabancı akademisyenlerin de katıldığı açılış kokteylinde yöresel şarap ikram edilmesini de yasakladı!

Bakanlık bu yıl da bardağı taşıran son damlaya imza atarak “Troya Kültür Yolu” adlı oluşum ve bu yıl kurulan Çanakkale Kültür Sanat ve Yaşam Derneği ile birlikte Assos Felsefe Okulu adı altında bir etkinlik düzenlemeye başladı! Bu çerçevede, bir iki felsefeciyle birlikte felsefe alanında uzman olmayanlar da konuşmacı olarak davet edildi.
***
Türkiye’de Miletos, Efesos, Klazomenae, Sinope, Soli-Pompeiopolis, Lampsakos gibi felsefe tarihi açısından en az Assos kadar önemli birçok antik kent varken ve buralarda düzenli bir etkinlik gerçekleşmezken Assos’un özellikle seçilmiş olması nasıl açıklanabilir?!

Assos’ta “Kayaları ıslah edeceğiz” diye birinci derece arkeolojik SİT alanını yerle bir ederek suç işleyen odaklar, şimdi de “Assos’ta Felsefe / Assos Felsefe Akademisi” etkinliğini hedef almıştır!

Yaratıcı olmak veya var olan iyi bir şeyi desteklemek yerine, var olan iyi bir şeyi yıkmak veya onun üzerine konmaya çalışmak veya onu taklit etmek, nasıl bir ruh halinin yansımasıdır?!

Türkiye’nin uygarlık ve kültür yolunda gelişmesi için öncelikle bu sorunun yanıtını bulmak gerekir!

Heidegger, felsefe ve üniversite

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 26 Temmuz 2021
Tarihteki acı olaylardan ders çıkaranlar, geleceklerini daha sağlam temeller üzerine inşa edebilirler. Türkiye’nin de, Almanya’da 1932 ve 1933 yılında yaşananlardan alacağı çok önemli dersler var.

1932 yılının kasım ayında yapılan serbest seçimlerde, Adolf Hitler’in Nazi partisi, oyların %33’ünü alarak 1. parti çıktı. Aynı seçimde Sosyal Demokrat Parti %20, Komünist Parti %17, Merkez Parti % 12, Alman Ulusal Halk Partisi %8 oy aldı. Kalan oylar da oy tabanları düşük olan küçük partilerin arasında dağıldı.

Ancak Nazi partisinin aldığı oy oranı, ülkeyi yönetebilmek için gerekli parlamento çoğunluğunu sağlayamadığı için, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, seçimlerin yenilenmesi koşuluyla hükümeti kurma görevini Hitler’e verdi.

Hitler, 1933 yılının ocak ayında başbakan olarak atandıktan birkaç hafta sonra, şubat ayında, Alman Parlamentosu’nda bir yangın felaketi yaşandı, parlamento binası yandı. Hitler bu yangının, komünistler tarafından gerçekleştirilmiş bir sabotaj olduğunu iddia etti ve Cumhurbaşkanı’nın da desteğiyle ülkede olağanüstü hal ilan etti.

1933 yılının mart ayında, muhalefete yönelik olağanüstü hal baskısı altında yenilenen seçimlerde, Nazi partisinin oyları “%44” olarak açıklandı. Hitler, bu aşamadan sonra diktatörlüğünü pekiştirdi; devlet kurumlarındaki kadrolara parti üyelerini yerleştirdi; sosyalistleri, komünistleri, Musevileri tutuklattı; muhalif sendikaları, dernekleri, vakıfları ve muhalefet partilerini kapattı, medyayı tamamıyla kontrolü (AS: tümüyle denetimi) altına aldı.

Siyasal çizgisini antikomünizm, anti-Marksizm ve antisemitizm üzerine inşa eden Hitler ve Nazi partisi, çok partili serbest seçimleri bir araç olarak kullanarak, faşist bir diktatörlük rejimi kurdu.
***
Bu süreçte Hitler ve Nazi partisi, üniversitelere de müdahale etti, üniversitelere Nazi partisi yandaşı rektörleri, dekanları ve akademisyenleri yerleştirdi. Bunlardan birisi de filozof Martin Heidegger idi. Heidegger, 1933 yılında Freiburg Üniversitesi rektörü oldu.

Heidegger’in rektörlük görevi kısa sürmüş olsa da, aynı yıl Nazi partisine üye olan Heidegger, 1945 yılına kadar, yani Almanya İkinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayıp Nazi rejimi sona erene kadar, Nazi partisi üyesi olmaya devam etti. Heidegger’in Nazi partisi (NSDAP) üyelik kaydı bölgesi Bau Gaden, üyelik numarası ise 312589 idi.

Heidegger rektörlük döneminde, Hitler’i ve Nazi partisinin siyasetini destekleyen birçok konuşma yaptı. 26 Mayıs 1933’te Freiburg Üniversitesi’ndeki “Schlageter”, 30 Haziran 1933’te Heidelberg Üniversitesi Öğrenci Derneği’ndeki “Yeni İmparatorlukta Üniversite”, 3 Kasım 1933’te Freiburg Üniversitesi’ndeki “Alman Öğrenciler”, 11 Kasım 1933’te Leipzig’deki “Adolf Hitler’e Destek Deklarasyonu”, 22 Ocak 1934’te Freiburg Üniversitesi’ndeki “Nasyonal Sosyalist Eğitim” konulu konuşmalar bunlara dair bazı örnekler olarak sayılabilir.

Heidegger, 1931 yılından itibaren tuttuğu ve “Kara Defterler” adı altında yayımlanan notlarında da, birçok antisemitist ve Nazi siyasetini destekleyen ifadeler kullandı.
***
Bu süreçte Nazi yönetimine karşı çıkan ve Heidegger’in hem siyasi hem de felsefi olarak eleştirdiği mantıkçı pozitivist (mantıkçı deneyimci) birçok akademisyen, bilim insanı ve felsefeci, üniversiteden atıldı, sürgün edildi, öldürüldü.

Fizikçi, filozof Moritz Schlick, öğrencisi Johann Nelböck tarafından öldürüldü; Nelböck, Naziler tarafından iki yıl sonra serbest bırakıldı ve Nazi partisine üye oldu. Fizikçi, filozof Rudolf Carnap, fizikçi, matematikçi, filozof Carl Hempel ABD’ye; iktisatçı, pedagog, filozof Otto Neurath Britanya’ya; fizikçi, matematikçi, filozof Hans Reichenbach önce Türkiye’ye, sonra ABD’ye göç etmek zorunda kaldı.

Mantıkçı pozitivistler, Nazilere karşı ahlaklı ve erdemli bir duruş sergileyip bunun bedelini öderken Heidegger, faşist Nazi yönetimiyle işbirliği yaptı.

Antik Yunan filozofları Sokrates’in, Platon’un ve Aristoteles’in söyledikleri gibi, filozof olmak, bilgeliği sevmek için, ahlaklı ve erdemli de olmak gerekiyor.

ALLAH VAR MIDIR ??


ALLAH VAR MIDIR ??

PORTRESİ

Örsan K. Öymen
orsanoymen@gmail.com
AYDINLIK, 1.2.15

 

Felsefe, sorgulayıcı düşünce demektir. Bilgi Felsefesi (Epistemoloji), Zihin Felsefesi,
Ahlak Felsefesi (Etik), Siyaset Felsefesi, Varlık Felsefesi (Ontoloji), Bilim Felsefesi,
Dil Felsefesi, Sanat Felsefesi ve Din Felsefesi gibi Felsefe’nin çeşitli alt dallarında,
analitik kavram çözümlemeleri ve sorgulamalar yürütülür, çeşitli kuramlar geliştirilir.

“Allah / Tanrı var mıdır?” sorusu da, Din Felsefesi’nin temel sorularından bir tanesidir.
Bu soru aynı zamanda, Epistemoloji ve Ontoloji ile de kesişir. Felsefe tarihinde, bu konuda, – Teizm,
– Deizm,
– Fideizm,
– Ateizm,
– Agnostisizm,
– Panteizm gibi birçok farklı açılım ortaya konmuştur.

Thales, Herakleitos, Anaksagoras, Parmenides, Demokritos, Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikuros gibi filozofların yaşadığı Antik Yunan döneminde tektanrıcılık egemen olmadığı için, Allah / Tanrı kavramı Felsefe’nin gündeminde zaten olmamıştır.
Ancak Hristiyanlık ve İslam dinlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, Allah / Tanrı konusu da Felsefe’nin gündemine girmiştir.

Bu bağlamda Augustinus, Aquinas, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Locke, Berkeley gibi filozoflar Tanrı’nın varlığını savunmuşlar, farklı boyutlarda Teist yani Tanrıcı kuramlar ortaya atmışlar, ayrıca dini de reddetmemişlerdir.

Öte yanda Hume, Nietzsche, Marx, Sartre, Russell gibi filozoflar ateist ve/veya agnostik kuramlar geliştirerek, Tanrı kavramını ve dini reddetmişlerdir.

Felsefe’nin önemi de bu çoğulculuğundan ve diyalektik yapısından kaynaklanmaktadır.

Felsefe kendisini Tevrat’ın, İncil’in, Kur’an’ın ayetlerine sıkıştırmaz.

Bırakın ateist ve agnostik filozofları, teist filozoflar bile bunu yapmazlar;
ayetlerin ötesine geçerek, kendi akıl yürütmelerini gerçekleştirirler.

Çünkü din kitapları referans alınarak Felsefe yapılmaz.

Filozof, hahamdan, papazdan ve imamdan farklı konumda bir kişidir.
Felsefe açısından, bir şeyin gerçekliği, onun Tevrat’ta, İncil’de, Kur’an’da
yazılmış olmasından kaynaklanamaz.

Dinci despotizm ve dogmatizm vesayetinin yaşandığı Türkiye’de,
din derslerinin neredeyse her yıl zorunlu olması,
Felsefe derslerinin ise yalnızca bir yıl zorunlu olmasının nedeni de budur.

Çünkü iktidarlar her zaman Felsefe’den ve sorgulanmaktan korkmuşlardır.

Bu çarpık eğitim sistemine bağlı olarak, Türkiye’deki sözde aydınlar da Felsefe ile ilgilenmedikleri için, Allah / Tanrı ve din konusu sözde entelektüel ortamlarda bile adeta bir tabu haline dönüşmüştür.

Sözde aydınların bu korkaklığı nedeniyle de,
dinci despotizm ve dogmatizm Türkiye’de mutlak egemenliğini ilan etmiştir.

Örneğin, Türkiye’de medyadaki ve akademideki sözde aydınlar, Hume, Nietzsche ve Marx’ın din konusundaki kuramlarını biliyorlar mı? Bilmiyorlarsa öğrenmeye çalışıyorlar mı? Öğreniyorlarsa bu konuda ne düşünüyorlar?

Hume, deneyimlerden bağımsız olarak bilgi ve varlık adına bir şeyin ortaya konamayacağını,
bu bağlamda nedensellik ilkesinin de Teoloji’de ve dinde geçerli olamayacağını,
çünkü nedensellik ilkesinin zihinde, belli olayların ardışıklığının sürekli deneyim edilmesiyle oluştuğunu, bir ilk neden olarak sözde Tanrı’nın ise deneyim kapsamının dışında olduğunu, Tanrı’nın var olduğunun ve her şeyin nedeni olduğunun söylenemeyeceğini, Tanrı’nın var olup olmadığının bilinemeyeceğini, bilginin matematiksel ve olgusal önermelerle sınırlı olduğunu, Tanrı’nın antropomorfik bir kurgu olduğunu, Tanrı’ya yönelik iman temelli bir inanç geliştirilebileceğini, ancak imanın da akla ve deneyime aykırı olduğunu, bilge bir insanın da akla ve deneyime uygun inançlar geliştirmesi gerektiğini söyler.

Nietzsche, bazı insanların güç, iktidar, güvenlik, mutluluk gibi istençler ve dürtüler nedeniyle “Tanrı” adı verilen bir kurgu oluşturduklarını, ancak bunun özgür ruh anlayışına aykırı olduğunu, dinlerin dayattığı ahlak ve yaşam anlayışının sürü ahlakı ve yaşamı olduğunu, özgür ve güçlü bir ruhun, kendi değerlerini kendisinin yaratması gerektiğini,
tektanrıcı ve mutlakçı dinlerin bir çöküşün ve yozlaşmanın göstergesi olduğunu,
dinlerin aşılması gerektiğini söyler.

Marx, dinin halkın afyonu olduğunu, dinin bir mutluluk vaadiyle ve kalpsiz dünyanın duygusu, ruhsuz koşulların ruhu olarak ortaya çıktığını, ancak bu mutluluğun hayali bir mutluluk olduğunu, dinin, metafizik yapısı nedeniyle eşitsizliklerin ekonomik temellerini çözümleyemediğini, din özgürlüğü elde etmek değil, dinden özgürleşmek gerektiğini, kapitalizmin komünizm, dinin de ateizm ile aşılması gerektiğini söyler.

Yalnızca iktidarların değil, sahte-aydınların da korktuğu düşünceler işte bunlardır!