Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

CUMHURİYETİMİZİN TARİHSEL, SİYASAL VE SOSYAL DEĜİŞİMİ

29 EKİM 2025, CUMHURİYET BAYRAMI’NIN 102. YILI NEDENİYLE;
KURULUŞUNDAN GÜNÜMÜZE,
CUMHURİYETİMİZİN TARİHSEL, SİYASAL ve SOSYAL DEĜİŞİMİ

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF eski dekanı

29 Ekim 2025’te, Cumhuriyetimizin kuruluşu üzerinden 102 yıl geçti. Başta genç kuşaklar olmak üzere, tüm halkımıza; Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk‘ün kurduğu, konumlandırdığı, ilkelerini ve gelişme rotasını belirleyerek, kollamak, korumak ve sonsuza dek yaşatmak için gençlere emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kısa da olsa, insanımıza tanıtmanın yararlı olacağı kanısındayım…

            A-Konunun Anlam ve Önemi

Türkiye Cumhuriyeti’nin 29 Ekim 1923’te ilanıyla birlikte, Osmanlı’nin teokratik, monarşik yapısından kopularak, halk egemenliğine dayalı ve tekil (üniter) yapılı bir ULUS DEVLET kurulmuştur. Saltanat ve halifelik kaldırılmıştır. Anayasa değişikliği ile birlikte “Hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir” ilkesi kabul edilmiştir. Osmanlı soyunun ulus üzerindeki vesayet ve yetkileri iptal edilmiştir.

Atatürk devrim ve ilkeleri devlete yol göstermeye başlamıştır. Özünde aklı, bilimi, çağdaşlaşmayı, demokrasiyi, laikliği, cehalete son vermeyi ve bütüncül toplumsal gelişme ve kalkınmayı öne çıkaran bir siyasal, ekonomik, hukuksal ve kültürel bir toplumsal gelişme tasarımı (projesi) benimsenmiştir.

Bu yeni ve çağdaş zihniyetin, Atatürk devrim ve ilkelerinin ve bunlara bağlı olarak hedeflenen gelişmelerin temel amacı şudur: 

Osmanlı’nın siyasal, ekonomik, toplumsal ve ekinsel (kültürel) tükenmişliğini ve
geri kalmışlığı aşmak, ulusal ve evrensel ölçeklerde çağdaş ve saygın bir ulus devlet ve cumhuriyet olmaktır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ve ulus devlet çatısı altında, yurttaşların eşitliği ve adalet ilkesine bağlı olarak toplumsal birliği sağlamaktır.

       B- Tarihsel, Siyasal, Ekonomik ve Sosyo – Kültürel Kısa Anımsatmalar

* 1919-23 yıları vatanın kurtuluşu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuş ve kuruluş yıllarıdır. Kesin utku (zafer) kazanılmış, düşmanlar yurttan kovulmuştur.

* 23 Nisan 1920’de TBMM açılmış, Kurtuluş Savaşı, Atatürk’ün önderliğinde
bu Meclisin kararları ile biçimlenmiş ve kazanılmıştır. Bu nedenle TBMM,
Kurtuluş Savaşı yapmış ve düşmanı yurttan kovmuş “Gazi Meclis” olmuştur.

* 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılarak, Osmanlı Hanedanlığına son verilmiştir.
Türk toplumu kendi geleceğine ve kendi varlığına kendisi sahip çıkmıştır.

* 29 Ekim 1923’te TBMM’nde Cumhuriyet ilan edilmiştir.
Cumhurbaşkanı, halkın temsilcisi olan TBMM’nce seçilmeye başlanmıştır.

* 24 Temmuz 1923’te emperyalistlerle Lozan Barış Antlaşması bağıtlanmıştır (imzalanmıştır). Bu Antlaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal ve uluslararası diplomatik tapusudur (AS: “ve de tabusudur!”). 102 yıldır yürürlüktedir. Bedeli,
başta M.K. Atatürk, dava ve silah arkadaşları ile tüm Kurtuluş savaşı şehit ve gazilerinin canları ve kanları ile ödenmiştir.

* 3 Mart 1924’te üç önemli devrim yasası imzalanmıştır. 

– Bu yasaların ilki, Halifeliğin yani devlet üzerindeki dinsel gözetimin kaldırılmasıdır. Çünkü yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir teokratik, din devleti olmayacaktır.
Din ve devlet işleri bibirinden ayrılacaktır. Çünkü Halifelik laiklikle asla bağdaşmaz.

– Bu yasaların ikincisi Öğretim Birliği (Tevhidi Tedrisat) Kanunu” dur. Bu yasa ile dinisel öğretim ve resmi – sivil öğretim birleştirilmiş ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın
yetki ve sorumluğuna verilmiştır. Böylece, iki ayrı ve çelişen anlayışa sahip ve birbirlerine rakip hatta düşman kuşakların ortaya çıkması engellenmeye çalışılmıştır.

– Üçüncü önemli yasa ise Evkaf ve Şer’ye Vekaleti‘nin yani Vakıflar ve Şeriat Bakanlığının kaldırılması ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıdır.
Bu uygulamalar ile kadıların yönettiği şeriat mahkemeleri yerini laik hukuka dayalı sivil yargıya bırakmıştır.

Diyanet İşleri Başkanlığı ise, laiklik ilkesinin gereği olarak, devlet adına dinsel çalışmaları denetleyecek ve laiklik ilkesinin tutunmasına katkı verecekti…

* 24 Nisan 1924’te yeni bir anayasa kabul edildi. Bu anayasa, yeni kurulan Cumhuriyet rejimi ile uyumlu bir toplum sözleşmesi getirmeyi amaçlıyordu.
Ayrıca bu anayasa ile, ilköğretim tüm yurttaşlar için zorunlu ve ücretsiz yapıldı.

* 25 Kasım 1925’te Kılık Kıyafet ve Şapka Kanunu kabul edildi. Amaç, toplumdaki dinsel ve sınıfsal ayrımcılığın kamusal alana taşınmasına engel olmaktı. Çünkü
tüm yurttaşlar zaten yasa önünde eşitti. Görünürdeki eşitlik de bunu pekiştirmeye katkı sağlayabilirdi.

* 25 Kasım 1925′ te Hicri Takvim bırakıldı, Miladi Takvim temel alındı.
Ağırlık, uzunluk ve oylum (hacım) ölçülerinde evrensel ölçüler temel alındı.

* 17 Şubat 1926’da hukuk devriminin en önemli temeli olan, İsviçre Medeni Yasasından esinlenilerek hazırlanan Türk Medeni Yasası kabul edildi. Çok eşlilik yasaklandı. Özel mülkiyet geldi. Resmi nikah esas alındı. Miras hakları kadın ve erkek için eşit kabul edildi.

* Cehaletle savaşmak için, 28 Mayıs 1928’de, herkesi okur-yazar yapabilmek amacıyla “Millet Mektepleri” kuruldu.

* 01 Kasım 1928’de, öğrenilmesi çok zor olan ve içinde sesli harf bulunmayan Arap Abecesi (Alfabesi) bırakıldı. Latin harfleri temelli yeni Türk Abecesi (Alfabesi) kabul edildi. Herkes için okuma-yazma kolaylaştı.

*12 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumu, 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu kuruldu. Ayrıca 1933’te yapılan Üniversite Reformu ile aklı, bilimi ve özellikle fen bilimlerini önceleyen zihinsel aydınlanma dönemi başladı. Yurt dışına öğrenciler gönderildi. Nazi Almanyasından kaçan Yahudi kökenli üniversite hocaları Türkiye’ye davet edildi.

* 21 Haziran 1934’te Soyadı Yasası kabul edildi. Nüfus istatistikleri güncellendi.

* 5 Aralık 1935’te kadınlara seçme ve seçilme hakları verildi. Böylece kadın nüfusun siyasal yaşama etkin katılmalarının önü açıldı.

* Lozan Antlaşması yabancı emperyalist ülkere verilen ödünleri kaldırmıştı. Toplumun ekonomik alanda da kalkınması gerekiyordu. Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi toplandı. Toplumu yoksulluk ve geri kalmışlıktan kurtaracak çöźümler arandı. 1923-30 yıllarını kapsayan dönemde liberal politikalar beklenen sonucu vermeyince, devletçi bir iktisat politikası benimsendi. Devlet, geliştirdiği  sanayi planları ile, demir yolu yaparak, fabrikalar kurarak, kendi merkez bankasını kurup finans sektörüne egemen olarak ekonominin iplerini eline aldı. Böylece, ĶİT denilen Kamu İktisadı Teşebbüsleri doğdu. Kamunun ekonomideki payı büyüdü. Tarımsal araştırmalar için Devlet Üretme Çiftlikleri, Toprak Mahsuller Ofisi… kuruldu. Yoksul köylünün belini büken Aşar (Ondalık) vergisi kaldırıldı. Kooperatifçilik özendirildi..

* 20 Temmuz 1936’da bağıtlanan Möntrö Boğazlar Sözleşmesi ile İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerindeki egemenlik ve yönetim hakkı Türkiye’ye geçti. Böylece ulusal egemenlik üzerindeki eksikler giderildi.

* 5 Şubat 1937’de, Anayasada yapılan değişiklikle Atatürk’ün altı ilkesi (6 Ok!)(Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik)
anayasa maddesi oldu.

* Cumhuriyet kurulurken halkın önemli bir sorunu da sağlık hizmetlerinden yoksunluktu. Trahom, çiçek, kızamık, verem, kolera, frengi, cüzzam… vb. endemik hastalıklara karşıda amansız ve etkili bir savaşım başlatıldı. Araştırma enstitüleri kuruldu. (AS: Atatürk’ün SAĞLIK DEVRİMİ!)

*Atatürk dönemi devlet politikası geniş, kucaklayıcı ve mutlaka çözüm üretici  nitelik taşır. İyiye ve çağdaşlığa götüren reçete ve çözümleri içinde barındırır. Siyaset, hukuk, laiklik, ekin (kültür), dil, tarih, ekonomi, finans, eğitim, bilim, teknoloji, kadın hakları, sağlık, diplomasi… her alandaki adımlar hem birbirini tamamlar
hem de destekler niteliktedir. Ölçülü, kararlı ve tutarlıdır.

            C-Günümüzde Durum Nedir?

Doğruları söylemek gerekirse, bugün gelinen noktada, Cumhuriyetimizin temel değerleri ve Atatürk’ün akla ve bilime dayalı çağdaşlaşma  felsefesinde önemli  aşınma ve gerilemelerin olduğu  söylenebilir. Atatürk felsefesi us (akıl) ve bilimi önceler. Çağdaşlamaya doğru yürümeyi, hatta koşmayı gerektirir. O’nun rotası geriye değil hep ileriyedir. Bu aşınma ve geriletmeler; laiklikten hukukun üstünlüğüne, eşitlikten ifade özgürlüğüne, gerçek demokrasiden insan haklarına, sosyal devletten, mesleksel ve sendikal örgütlenmelere… toplantı ve gösteri yürüyüşünden yargı bağımsızlığına, basın özgürlüğünden yargı denetimine…
dek uzatılabilir.

Bu gerile(t)melerin nedenlerini, kimi sağ iktidarların oy devşirmek için halk dalkavukluğu yapmalarına, zaman zaman askeri darbelerin kalıcı tortularına,
eğitim ve öğretim sisteminin yanlışlık ve yetersizliklerine, sosyolojik olarak halkın teokratik – feodal yapısından çağdaş bir yapıya yeterince terfi edememesine,
hatta uluslararası kimi şer kuruluşların halkın zihnini bulandırmalarına…
bağlamak olasıdır. 

Peki bu yanlış ve yıpratıcı etkenleri savuşturmak yeniden çağdaş demokrasi ve hukukuk üstünlüğü rotasına girmek için ne yapmak gerekir. Yanıtım şu olacak, kendini Atatürk gibi yetiştirmek, Atatürk gibi düşünmek ve Atatürk gibi davranmak gerekir.

Çözüm doğru bilinçtir, doğru siyasettir, doğru örgütlenmedir.
Halkı biliçlendirmektir. Halkın yaşam felsefesini ve temel gereksinimlerini
doğru belirlemek ve gerçekçi, adil ve yapılabilir çözüm öneriler bulmaktır. Sorunları ve anlayışları (zihniyetleri) benzer olanlarla birlikte savaşım vermektir (mücadele etmektir)

En önemlisi de ulusun gücüne, demokrasinin erdemine ve hukukun üstünlüğüne yürekten inanıp bu yolla topluma güven ve umut aşılamak, her çözüme önce kendinden başlamaktır.

Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun!
Akıl, bilim ve Atatürk sevginiz kalıcı olsun!

Fener Rum Patrikhanesi neden Ekümenik olamaz?!

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BA, LLM  
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli  
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      X : @profsaltik

Cumhuriyet, 09 Ekim 2025 https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-saltik/fener-rum-patrikhanesi-neden-ekumenik-olamaz-2441968

İstanbul Fener’de yüzlerce yıldır varolan Fener Rum Patrikhanesi (FRP), ülkemizin kültürel-tarihsel varsıllığının önemli bir ögesi. Ancak Ekümeniklik için yıllardır süren tartışmanın da merkezinde. Bu tartışma bir yandan FRP‘nin Ortodoks dünyasındaki rolü, öte yandan Türkiye’nin egemenlik hakları ve Lozan Andlaşması ile belirlenen hukuksal çerçeveye dayalı. FRP, kökeni Bizans’a uzanan ve İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in tanıdığı ayrıcalıklarla İmparatorluktaki Rum Ortodoks cemaatin dinsel ve yönetsel merkezi olan köklü bir kurum. Osmanlı millet sisteminde Rum cemaatinin önderi Patrik salt dinsel değil, yönetsel ve hukuksal yetkilere de sahipti.

Ancak Cumhuriyetin kuruluşu ve Lozan Andlaşması ile bu konum kökten değişti. FRP, Osmanlı dönemindeki tüm siyasal-yönetsel ayrıcalığını yitirdi ve ülkemiz yasalarına bağlı, yalnızca Türkiye’de yaşayan Rum Ortodoks azınlığın din işlerini yürütmekle yetkili Türk kurumuna dönüştü (Atatürk’ün çabasıyla!)

Hukuksal statü, Türkiye yasalarına bağlıdır. Patrik ve Kutsal Meclis (Sen Sinod) üyelerinin
Türk yurttaşı olması zorunludur. Yetki alanı, yineleyelim; dinsel yetki, Türkiye sınırları içindeki Rum Ortodoks cemaati ile sınırlıdır.

“Ekümenik” olmak ne demektir ve FRP neden bunu istiyor?

“Ekümenik” sözcüğü, “evrensel” ya da “tüm dünyayı kapsayan” anlamına gelir. FRP, dünya genelinde 300 milyon Ortodoks Hıristiyan üzerinde, eşitler arasında birinci konumuyla onursal önderlik savındadır. Bu tarihsel ve teolojik bir sav. FRP‘nin ekümeniklik isteminin ardındaki temel etmen, geçmişte İstanbul Patrikhanesi’nin Ortodoks kiliseleri arasındaki onursal önceliğini resmi ve uluslararası konuma taşımaktır. Bu statünün tanınması, Patrikhane’ye dünya çapındaki tüm Ortodoks kiliseleri üzerinde simgesel bir yetki ve uluslararası tüzel kişilik kazandıracaktır.

Lozan Andlaşması ve Heybeliada Ruhban Okulu (HRO)

Lozan Andlaşması, FRP‘nin geleceğiyle ilgili en temel hukuksal metindir. Andlaşma, Türkiye’deki gayrimüslim azınlıkların haklarını güvence altına alırken, Patrikhane’ye herhangi bir uluslararası ya da “ekümenik” statü tanımamıştır. Aksine, Patrikhane’nin ayrıcalıklarını kaldırarak ulusal bir kuruma indirgemiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin resmi görüşüne göre Patrikhane, Lozan çerçevesinde yalnızca bir azınlık kurumudur.

HRO ise bu tartışmada sıkça gündeme gelen bir başka boyuttur. Okul, 1971’de Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye’deki tüm özel yükseköğretim kurumlarının devlet üniversitelerine bağlanması ya da kapanması kararıyla kapatılmıştır. Bu karar, doğrudan Ruhban Okulu’nu hedef alan bir işlem olmayıp, o dönemdeki tüm özel yüksekokulları kapsayan genel bir düzenlemenin sonucudur.

Ruhban Okulu’nun açılması ve Ekümeniklik ayrı olgular mıdır?

Kesinlikle evet. İki konu hukuksal ve siyasal olarak tümden ayrıdır. HRO‘nun açılması, Türkiye’nin iç hukuk sorunudur. Yükseköğretim mevzuatında düzenlemeyle çözülebilecek teknik-yasal bir konudur. Ekümeniklik tanınması ise, Türkiye’nin egemenlik haklarını, Lozan dengelerini ve uluslararası ilişkilerini doğrudan ilgilen-diren temel bir dış politika ve devlet egemenliği konusudur. İki konunun paket olarak sunulması, ekümeniklik gibi kabulü olanaksız bir istemin, Ruhban Okulu gibi çözülebilir bir sorunun ardına gizlenmesi kurnazlığıdır.

Egemenliğe aykırılık ve olası sakıncalar

Türkiye’nin ekümeniklik savını reddetmesinin temel nedeni, egemenlik ilkesinin çiğnemi kaygısıdır. Bir Türk kurumu olan FRP‘nin Ekümenik / evrensel yetkiye sahip olduğunun tanınması sakıncalıdır :

Vatikan benzeri yapı; Patrikhane’nin İstanbul’da devlet içinde devlet gibi, uluslararası hukukta statü kazanmasına yol açabilir. Bu durum, Türkiye’nin tekil (üniter) yapısına ve egemenliğine açıkça aykırıdır.

Dış müdahaleye zemin; FRP‘ni, başka ülkelerin Türkiye’nin iç işlerine karışmak için kullanabileceği bir araç durumuna getirebilir.

Lozan dengesinin bozulması; karşılıklılık temeline dayanan duyarlı dengeyi yıkabilir.

FRP, Türkiye için tarihsel bir değerdir. Ancak Çözüm; iki konunun ayrıştırılmasından geçiyor. Ruhban Okulunun anayasal düzenimiz ve YÖK mevzuatına uygun formülle, bir üniversitede fakülte veya yüksekokul olarak yeniden açılması uygun olabilir. Bu, FRP‘nin din adamı yetiştirme gereksinimini karşılarken, Türkiye’nin yasal çerçevesini de korur.

Ekümeniklik; Türkiye’nin FRP‘ye bu nitemi vermesi hukukça olanaklı değildir. Türkiye, Patriğin Ortodoks dünyasındaki onursal-tinsel önderliğini de facto göz ardı etmiyor, dış ilişkilerine saygı gösteriyor. Bu durumun sürmesi, hukuksal statünün ise Lozan Andlaşması’na sıkı sıkıya bağlı kalması, kurulu dengenin sürmesi için en usavuruk yoldur. Ancak bu değerin korunması, Türkiye’nin kurucu ilkelerinden ve egemenlik haklarından ödün verileceği anlamına gelmez. Ekümeniklik dayatması, Lozan’la çizilen hukuksal çerçeveyi aşan ve siyasal sonuçlar doğurabilecek dışgüdümlü bir politikadır. Bu nedenle Türkiye’nin bu konudaki net duruşu,
bir din veya azınlık karşıtlığından değil, devlet aklının ve ulusal egemenlik ilkesinin doğal gereğidir.

Uzlaşı; yasal statüye saygı gösterirken, güncel gereksinimleri yine ulusal hukuk içinde karşılamaktan geçmektedir.

Sevgi ve saygı ile. 09 Ekim 2025, Ankara
========================================================

Atatürk’ün Patrikhane hakkında NUTUK’taki sözleri

Atatürk, bu konuya Lozan Konferansı‘na giden Türk kuruluna verdiği yönergeleri anlattığı bölümde değinmektedir. Temel görüşü, Patrikhane’nin siyasal bir kurum olarak davrandığı ve Türkiye’nin egemenliği için bir tehdit oluşturduğudur. Bu nedenle ilk hedef, Patrikhane’nin Türkiye toprakları dışına çıkarılması olmuştur.
(Nutuk, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara, 2019 Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ın hazırladığı edisyon
temel alınmıştır, 
cilt II, 1920-1927, syf. 583–4)

Nutuk’ta İlgili Bölümler ve Sözler

Atatürk, Lozan’a giden kurula “Misak-ı Milli” sınırları, kapitülasyonlar gibi temel konuların
yanı sıra Patrikhane konusunda da kesin buyrumlar (talimatlar) verdiğini belirtir.

1. Patrikhane’nin Türkiye Dışına Çıkarılması Talimatı

Atatürk, Patrikhane’yi siyasal bir “fesat ocağı” olarak tanımlar ve
yeni kurulan devletin topraklarında kalmasının olanaksız olduğunu net bir biçimde açıklar:

  • “…İkinci olarak, memlekette kalması, yapılan barış antlaşması hükümlerine aykırı olan Rum Patrikhanesi’nin sınır dışına çıkarılması gereğini de bir madde olarak ekledik. Bilindiği gibi, bu patrikhane, savaş sırasında aleyhimize çalışan, ihanetleri görülen bir fesat ocağı durumunda idi. Memleketimizde oturan Hıristiyan halkın huzur ve refahı için de zararlı olan bu kuruluşun, artık topraklarımız üzerinde kalmasına izin veremezdik.” (sayfa 583)

Bu sözler, Atatürk‘ün Patrikhane’yi salt dinsel bir kurum olarak değil, aynı zamanda
Türkiye’nin ulusal birliğine ve güvenliğine zarar veren siyasal bir merkez olarak gördüğünü açıkça ortaya koymaktadır.

2. Lozan’daki Müzakereler ve Sonuç

Atatürk, Lozan’daki müzakereler sırasında müttefik devletlerin Patrikhane’nin İstanbul’da kalması için çok direndiğini anlatır. Uzun tartışmalar sonucunda bir uzlaşmaya varıldığını ve
bu uzlaşmanın temel koşulunu şöyle açıklar:

“Patrikhane konusundaki görüşmeler uzun sürdü. Düşmanlar, bu ruhani kurumun İstanbul’da kalması için çok ısrar ettiler. Bizim de bu konudaki kesin isteğimiz biliniyordu. Sonunda, İtilâf Devletleri temsilcileri, Patrikhane’nin gelecekte siyasi ve idari hiçbir işe karışmaması ve yalnızca din işleriyle uğraşması şartıyla İstanbul’da kalmasını teklif ettiler. Hükümetimiz bu teklifi kabul etti.” (sayfa 584’teki anlatımdan özetle.. NUTUK‘ta bu sonuç, görüşmelerin genel akışı içinde anlatılır.)

Özetle

Atatürk‘ün NUTUK‘ta anlatımına göre:

  1. İlk Hedef: Patrikhane’nin “fesat ocağı” olarak görülmesi ve Türkiye toprakları dışına tümüyle çıkarılmasıydı.
  2. Gerekçe: Kurumun, özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye aleyhine siyasal faaliyetler yürütmesi ve ihanet içinde olmasıydı.
  3. Sonuç (Uzlaşma): Lozan’daki yoğun diplomatik baskılar sonucu, Patrikhane’nin tüm siyasal ve yönetsel yetkilerinden arındırılarak salt din kurumu olarak kalması ve Türkiye Cumhuriyeti yasalarına bağlı olması koşuluyla İstanbul’da kalmasına izin verilmiştir.

Bu karar, yeni Türk devletinin egemenliğini koruma ve iç işlerine karışacak dış bağlantılı
siyasal bir odağı etkisiz kılma amacını taşımaktadır.

CUMHURİYETİN 100. YILI RAPORU İKİNCİ YÜZYILA GİRERKEN TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI ve TBMM

Ali KARAMUT

“YAŞAMAK KANUNU”

Atatürk, 29 Ekim 1933 günü bakın ne diyor:

“İdeal ele geçince ideal olmaktan çıkar, yaşanır bir şey olur. Bazı şeyler, kanunla, emirle, milletçe omuz omuza boğuştuğunuz halde düzelmezler. Adam fesi atar, şapkayı giyer ama alnında fesin izi vardır. Siz sarıkla gezmeyi yasaklarsınız, kimse sarıkla dolaşmaz. Ama bazı insanlardaki görünmeyen sarıkları yok edemezsiniz. Çünkü onlar zihniyetin içindedir. Zihniyet binlerce yılın birikimidir.
O birikimi bir anda yok edemezsiniz, onunla boğuşursunuz…

Yeni bir zihniyet, yeni bir ahlak yerleştirinceye kadar boğuşursunuz ve sonunda başarılı olursunuz. Önemli olan boğuşmaktan yorulmamak, umutsuzluğa düşmemektir. Milletler böyle ilerler.
Yorulan, umutsuzluğa kapılan yenilir.

Biz biliyoruz ki inandığımız şey doğrudur, yenidir, ileridir. Öyleyse; eskiyi, geriyi, işe yaramazı
mutlaka yeneceğiz demektir. Çünkü ilerlemenin başka çaresi yoktur. Yaşamak kanunu budur”.
[1]

HERKESİN MAYASINDA CUMHURİYET SEVGİSİ OLMALI…

Dünya üzerinde eşi benzeri görülmeyen bir bağımsızlık savaşından sonra Cumhuriyetimiz kurulmuştur. Cumhuriyet sıradan bir rejim değişikliği değildir. “Kültür, Çağ ve Uygarlık” değişimidir. 100. yılını kutladığımız Cumhuriyetimizin temelinde, Mustafa Kemal’in Milli Mücadeleye başlarken, Amasya’da yayınladığı ilk genelgede “Milli İrade” kavramını açıklaması yatar. “Milli İrade” (Ulusal İstenç) sözü bütün insanların eşit yurttaşlık haklarıyla donatılması demektir. Ulusal İstenç bizi yurttaşlık bilincine, Cumhuriyet’e, Laiklik ve Demokrasiye ulaştırır. Müslüman bir toplumda, laik bir düzeni, demokratik siyaset yaşamını gerçekleştirebilmek, benzeri görülmeyen bir devrimdir.

MECLİS KAVRAMI ve GELİŞİMİ

Anayasalar Meclisler ile birlikte ele alınmalıdır. Meclis, sözlük anlamıyla, müzakere eden, görüşen; yani üyeleri bir karara varmak üzere, birbirleriyle belli konular üstünde konuşan kurul/heyettir.

Siyaset Bilimi terimi olarak Meclis, halkı temsil etmek üzere, halk tarafından seçilen kimselerden oluşan, yasa yapan ve devletin önemli işlerine karar veren siyasal bir kuruldur.

Yukarıdaki tanıma göre, bir Meclisin, Parlamento olabilmesi için;

  1. a) Halkı temsil etmek üzere seçilmesi,
  2. b) Yasa koyma ve devlet işlerine karar verme yetkisine sahip siyasal bir kurum niteliğine sahip olması gerekir.

Meclislerin, siyasal bir kurum durumuna gelebilmesi için uzun süre gerekmiştir. Parlamenter sistem, Magna Carta’dan bu yana, Kralın Yasama yani yasa yapma yetkilerini az çok seçimden çıkmış bir parlamentoya devretmek zorunda kaldığı noktada doğmaya başlamıştır. Daha sonraları, kralın buyruğunda çalışan Bakanlar zamanla böyle bir Parlamentoya karşı sorumlu duruma gelmişlerdir.

Parlamenter sistem, yalnız Yasama ve Yürütme organları arasında sorumluluk ilişkisinin doğması ile tam anlamını bulmamış, aynı zamanda yasama organının daha demokratik, daha yaygın bir seçime dayanmasına bağlı olarak gelişmiştir. Bu nedenle ‘’Parlamenter Sistem” kavramı “Demokratik Rejim” kavramı ile birlikte kullanılır olmuştur. Tarihsel süreçte “Parlamenter Demokratik Rejim” gibi tanımlar da sık sık kullanılmaktadır.

Parlamenter sistemin de uygulamada farklılık gösterdiği durumlar bulunmaktadır. Demokratik bir rejimde, bütün yetkileri elinde bulunduran bir parlamentoya dayalı “Meclis Hükümeti” ya da Meclisten ayrı olarak seçilmiş bir yöneticinin ağır bastığı “Başkanlık Sistemi” gibi yönetim biçimleri de olabilmektedir. “Meclis Hükümeti”ne örnek Kuruluş dönemi iken, “Başkanlık Sistemi”ne örnek günümüzde var olan düzene benzer düzendir. Her ne denli bu yeni sistemin adı “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak belirtilse de, Türk tipi bir “Başkanlık Sistemi” kurgusu ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerekir.

Ülkemizde, Anayasal düzen ve parlamentonun 147 yıllık geçmişi vardır. İlk Osmanlı Anayasası olan Kanun-u Esasi 1876’da kabul edildi. Anayasada öngörülen Meclis için seçimler 19 Mart 1877’de yapıldı ve Dolmabahçe Sarayı Büyük Salonu’nda Meclis-i Umumi (Mecis-i Mebusan + Meclis-i Ayan) açıldı. 1878’de kapatılan Osmanlı Meclisi, 1 Ağustos 1908’de yeniden açıldı
(2. Meşrutiyet) ve 16 Mart 1920’de İstanbul’un İngilizlerce işgali ile dağıtıldı. Bundan sonra Kurtuluş Savaşını yönetmek ve yeni devletin temellerini atmak üzere, Ankara’da 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldı. Bu Meclis hem Yasama hem de Yürütme görevini birlikte üstlendi. Meclis Başkanı aynı zamanda hükümetin de başı olarak, yani Başvekil sıfatıyla görev yapıyordu. Büyük Millet Meclisi, açıldığının 2. ikinci günü Mustafa Kemal Paşa’yı Meclis Başkanı olarak seçti. Devletin temellerinin ulusal egemenlik ilkesine dayandığı bir Meclis yapısı söz konusuydu.

Bu siyasal yapının Batı ile Doğu arasında yükselmesi gerekmiştir. Ulusal hakların korunması tezine dayandırılan bu ideolojik hareketin adı Müdafaa-i Hukuk olmuştur. Öğreti (Doktrin) Milli Hâkimiyet / Ulusal Egemenlik öğretisidir. Gerçekleştirme aracı Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetidir. Bu organ bir yandan bağımsız devlet kurmak için girişilen savaşı yönetmiş (İstiklal Harbi), öte yandan gelecekteki devletin siyasal ve hukuksal temellerini atmıştır. Bu bakımdan tam anlamıyla devrimci ve kurucu bir işleve sahip olmuştur. Ulusal egemenlik ilkesi Anadolu devrimcilerince tek olumlu çözüm görülmüştür. Bütün devrim belgelerinde bu ilkeyi görürüz: “Ulusu yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” Seçimin yapılması, Meclisin toplanması zorunludur. Böylece Millet, kendi içinde ve kurtuluşu için örgütlenecektir. Amasya Genelgesinde (22.6.1919), Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararlarında, bütün Müdafaa-i Hukuk dernek ve kurullarının program ve kararlarında bu ilkenin ve uygulamanın istendiğini görmek olanaklıdır.

Müdafaa-i Hukuk ideolojisi yer yer organlaşmış örgütçe benimsenmiş, ilerleyen aşamalarda bu Örgüt bölge kongreleri olarak toplanmış, 3. aşamada ise Sivas Kongresinde tümü birleştirilmiştir. Bu Kongre eylemli bir yasama organı gibi davranmış, bütün ülkeye yaydığı Müdafaa-i Hukuk ideolojisinin gerçekleştirici eli olarak Heyet-i Temsiliye’yi kurmuştur.
Bu son Kurul, eylemli bir Yürütme organı olarak Anadolu’yu yönetmiştir.

Sonraları Büyük Millet Meclisi, kaynağını ulustan alan saygın bir kurum olarak benimsenmiştir. Meclis çalışmaları ve devlet yönetiminde 1921, 1924, 1961 Anayasaları temel oluşturmuştur. Günümüzde pek çok değişikliğe uğramış olmakla birlikte, 1982 Anayasası yürürlüktedir.

Tanzimat’tan beri (1839) laiklik, hukuk devleti, demokrasi ve milli egemenlik kavramları anayasa hareketlerine koşut gelişme göstermiştir. Cumhuriyet rejiminin kabul edilmesi ve daha sonra çok partili dönemin başlaması, bu kavramların yaşama geçirilmesini sağlamıştır.
3 Mart 1924’te Halifelik kaldırılmıştır (3 Devrim Yasası). Sonrasında kabul edilen 1924 Anayasası, Cumhuriyet’in ilk anayasasıdır. Laiklik ilkesi, rejimin temel yapı taşlarından biri olarak 1937’de Anayasa’ya eklenmiştir.

UYRUKLUKTAN YURTTAŞLIĞA GEÇİŞİN AŞAMALARI

1- Osmanlı’dan devralınan kalıt, 1876 Kanun-u Esasi’de Osmanlı Devletinde yaşayan ve devletin egemenliği altında olan kişiler, Padişahın kulu ve tebaasıdır.

2- TBMM Dönemi, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu; “Temel hak ve özgürlükler” konusunda düzenleme içermeyip, salt devletin örgütlenmesiyle ile ilgili hükümler koymuş olduğundan, çağdaş anlamda Anayasa sayılamaz. (AS: 1876 Kanun-u Esasi ile birlikte yürürlüktedir.)

3- 1924 Anayasası ve Sonrası

1924 Anayasası, “Türklerin Kamu Hakları” başlığı altında zamanına göre yeterli sayılabilecek bir içeriğe sahipti. Ancak bu Anayasada yer alan temel hak ve özgürlükler ile ilgili düzenlemelerin ekonomik ve sosyal nitelikten yoksun bir altyapıya sahip olarak sıralandığından, “soyut” kalmaktan öteye geçemediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu anlayış, 1789 Fransız Devrimi’nin özgürlük anlayışını yansıtır. 1789’un “soyut birey” anlayışının yetersizliklerini gidermeye yönelik “somutlaştırma” çabası, “özgün yurttaş” kavramının yaşama geçirilmesiyle gerçekleştirilmiştir:

  1. a) Toplumu çağdaşlaştırmaya yönelik çabalar
    b) Bireyi özgürleştirmeye yönelik çabalar[2]

4- Atatürk yıllar içinde olgunlaşacak siyaset anlayışını 1930’larda Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik olan “6 Ok” ile özetlemişti. Bu, Türkiye’nin gereksinimlerinden kaynaklanan özgün bir tasarımdı. Kendi anlatımıyla “bağımsızlığı karakter” olan benimseyen Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni tam bağımsız kılmayı hedeflemişti.[3]

5 – Çok Partili Döneme Geçiş (1945-1950)

Türkiye’yi yönetenlerin yürekliliği ve kararlılığı, 2. Dünya Paylaşım Savaşı sonrası ekonomik koşulların yarattığı iç birikim ve dış etkenler, Türkiye’yi demokratik yönetimin göstergesi olarak nitelendirilen çok partili yaşama geçiş kararına taşıdı. Henüz ülkenin az gelişmiş yapısı kırılmamış, demokrasinin önündeki engeller kaldırılmamıştı. Yurttaşı bilinçli seçmen kılmaya yönelik Medeni Yasanın, Öğretim Birliği Yasasının, Harf Devrimi ve Millet Mekteplerinin süreği (devamı) niteliğindeki devrimci girişimler, feodal düzenin sürmesini isteyenlerce dirençle karşılanıyordu.

6- Çok Partili Dönem (1950-1960)

Tek partili politik düzen, yerini çok partili sisteme bıraktı. 14 Mayıs 1950’de Adnan Menderes hükümeti kuruldu ve DP iktidar oldu. 1952’de Türkiye NATO’ya üye oldu.
Ülkemiz, “Küçük Amerika” düşleri ile ABD denetimine sokuldu!

7- 1960-1970 Dönemi

Demokrat Parti’nin özgürlükleri sınırlayan hukuk dışı tutumu ve ülkeyi cepheleşmeye götürmesi halkın, örgütlü kesimlerin ve öğrencilerin tepkisine yol açtı. Bu durum, 27 Mayıs 1960’ta
TSK-Asker girişimin temelini oluşturdu. Ordu’nun el atması ile demokratik rejim askıya alındı. Bununla birlikte basının ve üniversitelerin de katkılarıyla, yeni bir demokratik döneme geçiş sağlayan ilerici 1961 Anayasası kabul edildi. Bu Anayasa bireysel hak ve özgürlüklere ilişkin beklentileri karşılıyor, çalışma yaşamını düzenliyor, emeğin sermaye karşısındaki konumunu güçlendiriyordu. Üniversitelerde, TRT’de özerklik geniş ölçüde sağlanmıştı (sırasıyla m.120 ve m.121). 1961 Anayasasının en büyük şanssızlığı, 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi (AS: Devrimi!) sonrası gündeme gelmesi ve bu dönemin ürünü olmasıdır.

8- 1970 -1980 Dönemi

Dünya genelinde 1968 olayları ve sonrası yaşanan toplumsal gerilimler 12 Mart 1971’de TSK’nin Muhtıra vermesine neden oldu. 1973 seçimlerine dek süren ara rejimde 1961 Anayasasında önemli değişikler yapıldı (AS: 35 madde değiştirildi). Değişiklikler, bir tehlike olarak görülen ve gösterilen komünizme karşı, dinsel güçlerin üst yapı tarafından desteklenmesi anlamına geliyordu.

9- 12 Eylül 1980 ve 1990 Dönemi

12 Eylül 1980’de Silahlı Kuvvetler yönetime 3. kez el koydu. Türkiye’de demokrasi askıya alınmış ve siyasal partiler yasaklanmıştı. 1982’de halkoyuna sunulan Anayasa’nın kabul edilmesiyle Kenan Evren Cumhurbaşkanı oldu. 1982 Anayasası Türkiye’nin rejimini yeniden belirlerken “Laiklik” anlayışında köklü değişiklere yol açtı. Ilımlı İslam aşamasına geçildi.
YÖK Yasası bu dönemde çıktı, o zamana ek değiştirilmeyen Siyasal Partiler Yasası
yine bu dönemde kabul edildi.

10- AKP iktidarının kezlerce değiştirdiği Anayasa, 12 Eylül 2010’da halkoylamasıyla çok köklü olarak değiştirildi. Yargının bir cemaat eline terk edildiği (FETÖ!) ve eşlik eden paralel devlet yapılanmasının sağlandığı dönemde Türkiye, dış politikasında da büyük yanlışlar yaptı ve Suriye iç savaşında taraf oldu (2011). İstikrarsızlık arttı. İktidar son yıllarda güvenlik ve dış politikada önceki yanlışlardan bir ölçüde dönmeye başladı. Ancak siyasal çalkantı bitmedi. Dış politikada Türkiye – Rusya ile yakınlaşmasından endişe duyan ABD’nin kışkırtmasıyla 15 Temmuz 2016’da devlet içinde paralel  yapılanmaya giren FETÖ, ABD destekli darbe girişiminde bulundu. Adeta
iç savaş denemesi yapılan ve Batılı ülkelerin perde arkasında yer aldığı bu ciddi kalkışmayı Türkiye neyse ki bütünlüğünü yitirmeden atlattı. Ancak siyasal arenada kargaşa sürdü. Bunun üzerine 16 Nisan 2017’de rejimi kökünden değiştirecek bir halkoylaması gündeme getirildi ve Anayasa bir kez daha değiştirilerek yeni “ucube” hükümet sisteminin önü açıldı. 24 Haziran 2018’de yapılan seçimlerle parlamenter sistem resmen sona erdi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yeni bir TEK ADAM dönemi başlatılmış oldu.[4]

Devlet düzeni oturmuş ülkelerde sıklıkla Anayasanın değişmesi, devletin hukuksal temelini kararsız (istikrarsız) olduğunun göstergesi kabul edilir. Nasıl ki Türk Devrimi aşamalı gerçekleştiyse, karşı devrim de tersine saldırılarla yapılmaktadır. Yeni Anayasa isteyenlerin Cumhuriyetle sorununun olduğu çok açıktır. Ülkemiz son 23 yıldır AKP iktidarı ile yönetilmekte (3 Kasım 2002’den beri). Ne yazık ki bu dönemde Cumhuriyetin kazanımları çok aşınmıştır.

16 Nisan 2017’de yapılan halk oylamasında hukuka aykırı biçimde Anayasa değişikliği yapılmıştır. Halk egemenliğinin tek kişide toplandığı bir “tek adam rejimi” dayatılmış, 1920’den bu yana ulus egemenliğinin temsilcisi olan Meclis-TBMM etkisiz duruma getirilmiş milletvekilleri büyük ölçüde işlevsiz bırakılmıştır. (AS: Bu halkoylamasında yasaya aykırı olarak yaklaşık 2,5 milyon mühürsüz oy geçerli sayılarak sonuç değiştirilmiştir; YOK HÜKMÜNDEDİR!)

Tam bağımsızlık ilkesiyle özgür olacağı düzende; Türk Milleti “egemenlik hakkı”nı yeniden Anayasal çerçevede yetkili organlar eliyle kullanacak; Gazi Meclis kısıtlanan “Yasama” ve yok edilen “Yürütme”yi denetleme yetkisini gene kazanacak; Yürütme denetlenebilir ve hesap verebilir olacak; Yargı bağımsızlığını (ve yansızlığını) kazanacak, adaletin ve demokrasinin güvencesi olacak; “tek kişiye odaklı parti devleti rejimi” son bulacaktır.

Bugün yüz yıllık savaşım ve engellerden sonra Türkiye yeniden Anayasa tartışmalarına tanıklık etmekte. Daha önce yapılan değişiklikler istenen sonucu vermemiş olmalı ki, “yeni Anayasa” arayış gündemdedir. Adeta ikinci bir “Yetmez ama Evet” dayatmasıyla karşı karşıyayız. Darbe Anayasalarından kurtulmak mantıklı görünmekle birlikte, sivil Anayasanın ne denli ilerici olacağı asıl önemli sorundur. Cumhuriyetin temel niteliklerinden sapılmaması zorunludur. Anayasa tarafından temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının yanı sıra, halkın yönetime katılımının (siyasal katılım) tüm yolları açık tutulmalıdır.

Temsili demokrasi aşılarak, katılımcı demokrasi kurulmalıdır. Hukukun üstünlüğü, yasanın üstünlüğü ile karıştırılmaktadır. Hukuk, salt ulusal yasalar bütünü olarak anlaşılırsa, iktidarlar evrensel hukuka aykırı yasaları uygulayarak demokrasi ile birlikte temel hak ve özgürlüklerin genişlemesine engel olurlar.

Yasaların uygulanması hukukun üstünlüğünün sağlandığını ve hukuk devletinin var olduğunu göstermez. Önemli olan yasaların niteliğidir. Evrensel hukuk ilkeleri ile uluslararası sözleşmelere aykırı olan anayasal ve yasal hükümlerin ortadan kaldırılmasıyla hukuk üstün kılınabilir. Kimse, evrensel hukuka aykırı uygulamaları, “yasalar böyle” diyerek savunmamalıdır. Üstünlerin hukukundan çok, emeğe saygılı hukukun üstünlüğü hep egemen olmalıdır.

Günümüz Tek Adam Sisteminde iktidar ve parlamento çoğunluğu örtüşmektedir. Hükümetin katılmadığı bir yasa önerisinin Genel Kurulda görüşülmesi olanaksızdır. Bu durum, Yürütmenin Yasama üzerinde güdümüne (vesayetine) neden olmaktadır. Yasama Komisyonlarının ve milletvekillerinin yasama sürecinde yetkileri İçtüzükle artırılmalıdır.

Yasama organı böyle bir çatışma ortaya çıktığında, hükümetin harekete geçmesini beklemeden soruna el koymalıdır. Anayasamız, yasalarımız Türk ulusunun gereksinimlerine yanıt verip, evrensel hukuk ilkelerini kaynak aldığında hukuk devletine ulaşabiliriz. Önemli olan hukukun biçimsel üstünlüğü değil, hukuk devletinin tümüyle egemen kılınmasıdır. Söz konusu olan “devletin hukuku” değil, “hukukun devleti” olmasıdır.

Cumhuriyetçi düzenin yeniden gerçekleşmesi, Cumhuriyetçi ortak program ve örgütlenmeyle olanaklıdır. Uluslararası toplumun onurlu ve egemen-eşit saygın bir üyesi olabilmek ve orada kalabilmek için, insan haklarını hiçbir koşula ve biçime bağlı kalmaksızın geleceğin temeli sayan bir anayasa, çıkış noktamız ve hedefimiz olmalıdır.

Sonuç Olarak: “Eskimeyen Türkiye”

Türkiye’nin İkinci Yüzyılında birliğe, ilerlemeye, ümide, değişime gereksinimi vardır.

Bugün Dünya “Altı Ok”un uygulama içinde yeniden doğrulandığı bir süreci yaşamaktadır.  Atatürk karşıtlığı ile yola çıkmış olanlar bile, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra, çareyi Atatürk’ün görsellerinde, sözlerinde bulmuştur. Atatürk’ün bu birleştirici gücü, Türkiye’nin geleceğini belirleyecek güçtür. Atatürk’ün düşünleri (fikirleri) hala günceldir ve O’nun kurduğu, kendi deyimiyle “Yeni Türkiye” bu nedenle “Eskimeyen Türkiye”dir. Gelecek geçmişte saklıdır; Türkiye’nin içinde bulunduğu ağır ve çok yönlü karmaşadan kurtulabilmesi için Atatürk’ün, zamanın ruhunu yakalayan ve değişen koşullara göre güncellenen fikirleri ulusal düşünceye rehberlik edecektir.

Bunun da yolu, Mustafa Kemal Atatürk’ün 100 yıl önce vurguladığı gibi “İnkılabın Kanunu mevcut kanunların üstündedir.” Anayasa tartışmalarını bu bilinçle yaparak Cumhuriyet’in ikinci yüzyılını yaşamak, yüreği vatanla atan her Cumhuriyetçinin görevi olmalıdır.

Kaynakça

Aybay, R. (2018).  “Uyrukluktan Yurttaşlığa Geçişin Bazı Temel Haklar Bağlamında İncelenmesi”,
ADD 2023 Türkiye’si Sempozyum Bildirisi, 26-27-28- Nisan 2018, Ankara.
Özdemir, V. (2019). Yenilenen Dünya Eskimeyen Türkiye, Destek Yayınları, İstanbul.
Yaşer, G. G. (2023). “Mücadele Umudu”, Cumhuriyet Gazetesi, s.2, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/mucadele-umudu-gulseven-guven-yaser-2129558, (13 Ekim 2023).

[1] Yaşer, Gülseven Güven (2023), “Mücadele Umudu”, 13 Ekim 2023 tarihli Cumhuriyet Gazetesi.
[2] Aybay, Rona (2018),  ADD 2023 Türkiye’si Sempozyum Bildirisi 26-27-28- Nisan 2018-Ankara
[3] Özdemir Volkan (2019),  Yenilenen Dünya Eskimeyen Türkiye, Destek Yayınları, İstanbul.
[4] Özdemir, V. (2019).

106. Yılında Sivas Kongresi, “Tıbbiyeli Hikmet” ve 9 Eylül 1922

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BA, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli  

www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik   @profsaltik

 

106. Yılında Sivas Kongresi, “Tıbbiyeli Hikmet” ve 9 Eylül 1922

Türkiye’nin “Tam bağımsızlık” dışında bir dış politika seçeneği yoktur. M. Kemal Paşa konuşmalarında gırtlağını yırtarcasına “İstiklal-i tamme!” diye haykırmıştır.

1925-37 arasında 12 yıl kesintisiz Atatürk’ün Dışişleri Bakanlığını yapan bir başka tıbbiyeli Dr. Tevfik Rüştü Aras‘ın ünlü ve işleyen – başarılı olan ilkesini hiç akıldan çıkarmamak gerekir :

  • “Bizim dış politikamız basit ve doğrudur.
    Herkesle dostluk kurmak isteriz. Fakat hiç kimseyle ittifak kurmayız..”

Bu politika ilkesi günümüzde de geçerlidir. Uluslararası İlişkiler profesörü Davutoğlu, 2009-14 arasında Türk Dışişleri politikasında tam bir batağa sürüklemiştir ülkemizi. “Stratejik Derinlik” kitabının karmaşık aktarma kuramları, ne yazık ki Ortadoğu cehenneminde “Stratejik Dehlizlere” dönüşmüş ve Türkiye yalnızlaştırılmıştır.

Başta NATO-AB ve öbür çokuluslu emperyal yapılarca tek yanlı olarak acımasızca ve onur kırıcı biçimde kullanılmaktadır ülkemiz. Obama, Ukrayna için Türkiye’den asker isterken, başımıza bela ettikleri PKK ve IŞİD gibi taşeron bölücü-kanlı örgütlerle
yüz yüze bırakmıştır. NATO’dan çıkalım!

Trump yönetimi, AKP=RTE taşeronuna Ortadoğu’da yeni görevler vermiş,
BOP emrine koşmuştur. 

Dış politikada başarılı olmak için, Doç. Dr. Hüner Tuncer‘in belgesel yapıtı “ATATÜRK’ün DIŞ POLİTİKASI” adlı yapıtın ivedilikle okunmasını dileriz.
Başta Dışbakanı Hakan Fidan tarafından.

***

Sivas Kongresi’nin kahramanlarına bin selam olsun…

Unutulmasın; 30 Ağustos 1922 günün Başkumandanlık Meydan Savaşı’nın kazanılması ve Yunan mevzilerinin çökertilmesi ile savaş bitmemişti.
Başkumandan Mareşal M. Kemal Paşa,


“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, İLERİ!”

komutu vermişti ve Mehmetçik yalın ayak, seller gibi akarak Yunan birliklerini Ege’de, İzmir’de denize dökmüştü.. Afyon ovasından İzmir’e dek yaklaşık 330 km yolu büyük ölçüde yalın ayak kat etmişti!.. Fahrettin Altay Paşa‘nın sınırlı süvari birlikleri dışında. Muazzam süpürme harekatı, 92 yıl önce bugünlerde sürmekteydi. Bu kahramanların emekleri, kan ve canları önünde yerlere dek eğiliyoruz.

Mustafa Kemal Paşa tüm savaşı 8 Eylül 1922’de tamamlamayı öngörmüş ama
bir günlük gecikme ile İzmir 9 Eylül’de düşman işgalinden kurtarılabilmiştir..

İzmir’in Yunan birliklerince işgali 15 Mayıs 1919… Ege’ye dökülmeleri 9 Eylül 1922..
Üç yıl üç ay ve 25 gün süren vahşi, kanlı, acımasız, ırza tecavüz, yağma-talancı işgal
ve çekilirken yakıp-yıkma, demiryolu, köprü ne varsa patlatma, sürüleri tarayıp su kuyularına doldurma dahil… Çok ağır tarihsel bir trajedinin ardından.. Günümüzde
kimi hainler, “Yunan birlikleri kendiliğinden çekildi, biz de 30 Ağustos’u zafer diye kutluyoruz..” savıyla 5. Kol kara propagandası yapıyor.

Mustafa Kemal Paşa‘nın 4 Ekim 1922’de TBMM’de yaptığı konuşmadan :

  • “Milletin yazgısını doğrudan doğruya üstlenerek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin, civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim. Kalbim bu coşkuyla dolu olarak pek aziz ve muhterem arkadaşlarımı bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve istiklâl fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum.”
    (Büyük Zafer hk.4 Ekim 1922 TBMM konuşması, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, 1997; 265).

Dikkat edilirse Atatürk, elde edilen sonucu Meclise, kurmay heyetine, neferinden genelkurmay başkanına dek Türk Ordusuna ve her türlü özveriye katlanan Türk milletine mal etmektedir. Burada kişiliğine çıkarılan pay yalnızca görevini yapmış olmaktan duyduğu mutluluktur. Karşıtıyla, yandaşıyla, cephede savaşanıyla, geri planda eleştireniyle Türk Milletini bir bütün olarak kabul eden bir kaynaştırıcı anlayış görüyoruz. Atatürk, yaptıklarını ulusunun beklentilerini karşılamak olarak gören
bir millet adamıdır. Benliğini (Egosunu) yok etmiştir..

***

Tıbbiyeli Hikmet‘in öyküsüne dönelim…

Cumhuriyet tarihimizde önemli noktalardan olan Sivas Kongresinin toplanmasının 106. yılını kutluyoruz. İşgalci devletlerce saldırıya uğramış, kukla padişah hain-alçak Vahdettin tarafından ordusu dağıtılmış, paylaşılmaya çalışılan Anadolu’da, bağımsızlık düşüncesi ile 19 Mayıs 1919’da Samsun’da ulusal ateşi yakan Ulu önder Mustafa Kemal Paşa, 23 Temmuz 1919’da başlayan Erzurum Kongresi‘nin ardından Sivas’ta daha geniş katılımlı bir kongre düzenlenmesini uygun görür. Katılımcılar arasında gençlerin de bulunmasını ister ve “Gençlerin de görüşlerini de alalım” diyerek gençlere de çağrı yaptırır.

İstanbul Askeri Tıbbiyesi öğrencileri de (o zaman yalnızca İstanbul’da Tıp Okulu bulunduğundan) Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa tarafından vatanın işgalini önlemek için bir kongrenin toplanacağını öğrenince, Sivas Kongresi’ne üç temsilci göndermek için aralarında çalışmaya başlarlar. 3. sınıf öğrencisi Hikmet Bey ve Yusuf Bey (Balkan) temsilci seçilir ve aralarında para toplarlar. Ancak toplanabilen 9,5 lira yalnızca bir kişinin Sivas’a gidebilmesine yetecektir. Bunun üzerine, Hikmet Bey,  aldıkları kararla Sivas Kongresine öğrencileri temsil etmesi için seçilir.

4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi toplanır

Genel bir değerlendirme, ülkenin içinde bulunduğu durum ve neler yapılabileceği tartışılırken Devletin başsız, ordusuz, silahsız oluşu kimilerinde olağan çekinceler
hatta belirsizlik oluşturmakta, işgalci devletlerin güçlü orduları ile karşılaştırıldığında
bu karamsarlık artabilmekte, hatta “Manda(Mandater yönetim) denilen başka bir ülkenin egemenliğini kabul etme yolu bile seçenek olarak konuşulmaktadır. İşte
bu Kongreye İstanbul Tıbbiyesi öğrencilerinin temsilcisi olarak katılan genç Tıbbiyeli Hikmet, ABD veya İngiltere’nin Manda veya Himayesi konusu gündeme geldiğinde
çok şaşırmış ve çok sert bir tepki göstermiştir. (Kimi kaynaklara göre İlk gün ilk oturumlar sırasında, kimi kaynaklara göre 2. gün) Mustafa Kemal‘in de bulunduğu
bir toplantıda, yüksek sesle, tarihe geçecek aşağıdaki görüşleri ifade etmiştir :

  • “Beyler; delegesi bulunduğum Türk gençliği beni buraya bağımsızlık yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemeyiz. Eğer
    manda fikrini kabul edecek olanlar varsa bunları şiddetle reddeder ve kınarız.
    Eğer
    Manda fikrini kabul ederseniz sizleri hain ilan ederiz.” 

Heyecanla konuşmasını tamamlamış ve ardından Mustafa Kemal’e dönerek aynı coşku ve kararlılıkla:

“Paşam siz de Manda fikrini kabul ederseniz, sizi de reddederiz. Mustafa Kemal’i 
vatan kurtarıcısı olarak değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve lanetleriz.” demiştir.

Kongreye katılanların bu kararlı itiraz karşısında şaşkın ve Mustafa Kemal’in tepkisini merak ettiği ortamda Mustafa Kemal Paşa Tıbbiyeli gencin onurlu duruşunu çok beğenir, mutlu olmuştur (kimi kaynaklarda alnından öper) ve hemen o ünlü yanıtı verir :

  • “ Evlat içiniz rahat olsun. Biz azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz.
    Manda da yok, himaye de yok. Parolamız tektir ve değişmez :

    Ya istiklal ya ölüm!..”
    Kimi kaynaklarda temsilcilere dönerek;

    “Beyler gördünüz mü? Muhtaç olunan kudret, gençliğin asil kanında zaten mevcut.” deyip, sonra Tıbbiyeli Hikmet‘i alnından öper ve
     
  • Gençler, vatanın bütün umut ve geleceği size, genç kuşakların anlayış ve enerjisine bağlanmıştır.” 

Kongrede söylenen bu sözler, daha sonra Ulu Önderin Büyük Söylev‘i sonunda
1927 Ekim’inde, 

  • “… Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur. “
    olarak tüm gençliğe yol gösterici olmuştur.

İşte O Hikmet bey, 1901’de Balıkesir’in Giresun (Kerasus), sonraki adıyla Savaştepe bucağında doğmuştur. Posta-Telgraf memurlarından Hakkı Bey’in oğludur. Hikmet Bey, İstanbul’da 1919’da İstanbul Askeri Tıp Okulu’nda okumaktadır. Sivas Kongresi’nin delegesi Hikmet Bey, Askeri-sivil bütün öğrenciler, gençler adına Sivas Kongresine katılan Tıp Öğrencisi Hikmet Bey, ülkesini seven bir Türk gencinin nasıl olması gerektiğini göstermiş, sorumluluk bilinci konusunda örnek olmuştur. O günün koşullarında kaynak ve dökümlerin çok zayıf olduğu o döneme ilişkin çok bilgi ve belge olmamakla birlikte, eldeki çeşitli kaynaklarda çok etkili bilgiler göze çarpmaktadır.
Yıllar sonra Mustafa Kemal Paşa yakınındakilere ve Meclis İdarecilerine;

Bize Sivas Kongresi’nde çok güzel yol gösteren Tıbbiyeli genç vardı, O’nu bulun, Mebus yapalım, vatana hizmet eder..” der. Ancak yeterince yapılmayan araştırmalarda (kimi kayıtlarda) O Giresun’lu, Giresun vekillikleri dolu” denir. Oysa O, Giresun
(ya da Kiresun), Karadeniz’deki değil, Balıkesir’in ilçesi (o zaman bucağı) Giresun’dur. Konu daha sonra Mustafa Kemal‘e ulaşınca “2 tane Giresun olmaz, burası savaşın yapıldığı tepe, adı Savaştepe olsun..” der ve M. Kemal Atatürk’ün takdir ve teklifleri ile 10 Ekim 1934’te TBMM’de adı “Savaştepe” olarak değiştirilir.

Bir başka kaynakta M. Kemal’in buyrumu (talimatı) üzerine, mebus yapılmak üzere araştırıldığı, ancak bulunamayınca “ölmüş” dendiği, Mustafa Kemal‘in çok üzüldüğü ancak o sırada Anadolu’da askeri hastanede (kimi kayıtlarda Yalova’da) Albay rütbesi ile başhekimlik yaptığı belirtilmektedir. (Mazhar Müfit KANSU).

Bir başka kaynakta değişik  dönemde Mustafa Kemal‘in milletvekilliği önerisi gönderdiği, bu öneri üzerine “Paşamın ellerinden öperim” deyip “Kendisine söyleyin, burada ülkeme daha yararlı oluyorum.” dediği yazılıdır. Bu yanıt kendisine aktarıldığı zaman Mustafa Kemal’in gururla ve keyifle gülümseyerek “Ben o değerli çocuktan böyle bir cevap bekliyordum.” dediği de aktarılmaktadır. (Toktamış ATEŞ, Cumhuriyet 4 Eylül 1999)

Mustafa Kemal’e bir toplantıda Söylev‘in sonundaki o ünlü sözüne göndermeyle
Koca ülkeyi gençlere nasıl emanet  ettiniz Paşam?” diye sorulur. M. Kemal Paşa
bu soruya çok güzel bir yanıt verir :

  • “Ben Milli Mücadele’ye çıktığımda ordunun da halini gördüm, saltanatın da.
    Bir de bağımsızlık ışığı gözünden parlayan Dr. Hikmet’i.”

Cumhuriyetin ilanından sonra “BORAN” soyadını alır. Öğrenciliğinde ve izleyen yıllarda tatillerde Savaştepe’ye sık sık geldiği, kaldığı bilinmektedir. Alçakgönüllü kişiliği ile
öne çıkmayı istemediği, özveriyle çalıştığı, Atatürk‘ü çok sevdiği halde yurt gezilerinde yakın illere geleceğini öğrenince izine ayrıldığı, yanına yaklaşmak yerine görünmeden uzaktan dinlemeyi, izlemeyi yeğlediği bilinmektedir. 46 yaşında veremden ölür.
Ölümüne neden olan Verem hastalığına da Tabip Yarbay olarak Sarıkamış’ta görevliyken soğuk ve kara karşın özverili çalışması, karda zorda kalan askerlere ulaşmaya çalışırken ciğerlerini üşütmesi (zatürre) nedeniyle yakalandığı belirtilmektedir. 1945’te ölen Hikmet BORAN’ın mezarı Karacaahmet Şehitliğindedir.

Oğlu 2012’te yitirdiğimiz ünlü  sanatçı, sunucu Orhan BORAN, torunu da Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Burak Orhan BORAN’dır. Vatan ve bağımsızlık sevdalısı Hikmet Bey’in Sivas Kongresi’ndeki bağımsızlık haykırışının günümüz ülke gençlerine örnek olması, gençlerin yaşadıkları ülke ve dünya gerçeklerinden kopuk, gelişmelere ilgisiz kalmak yerine sorumluluk bilinci ve vatan sevgisi ile yetişmeleri konusunda fikir vermesi nedeniyle Savaştepe’de Tıbbiyeli Hikmet anıtı dikildi. Savaştepe’deki Tıbbiyeli Hikmet anıtı, 14 Mart Tıp Haftası etkinlikleri kapsamında
Mart 2017’de dikilmiştir. Balıkesir Tabip Odasınca yaptırılan anıt, Savaştepe Ceylan Park’tadır. Anıtın açılışı, Tıbbiyeli Hikmet Boran’ın torunu Dr. Burak Boran’ın da katıldığı törenle gerçekleştirilmiştir.

Balıkesir'de Tıbbiyeli Dr. Hikmet Boran Anıtı Açıldı « Balıkesir Haber Ajansı

Bu genç Tıbbiyeli bilinci hep örnek olmalı, yol göstermeli, her koşul ve durumda,
sıcak işgaller olsa bile Vatanın bağımsızlığı için savaşım (mücadele) gerektiği, bu ülkenin böyle kazanıldığı beleklerde yer etmelidir. Ulusal tarih bilinci stratejik önemdedir ve genç kuşaklara kazandırılmalıdır.

106. yılında başta kurtarıcımız Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, Sivas Kongresine katılıp, “ya istiklal ya ölüm” kararı alıp bunu değişmez tek parola yapanları ve Tıbbiyeli Hikmet’i şükran ve rahmetle anıyoruz.

“Tıbbiyeli Hikmet” ile övünüyoruz ve o geleneği yaşatmaya çabalıyoruz.
***

Ulusların yaşam hakkı en temel hukuk ilkesi

Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya Genelgesinde (22.6.1919) haykırdığı üzere;

  • Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” öyle de olmuştur.

Türkiye, AKP=RTE taşeron iktidarının ülkemizi içine soktuğu karanlığı da aynı azim ve kararlılıkla, ulusun öz gücüyle mutlaka yırtacaktır.
***
https://x.com/profsaltik/status/1963560001567354895

Politika nedir?

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
04 Eylül 2023, Cumhuriyet

Politika teriminin kökeni antik Yunancadaki polis terimine dayanır. Polis, toplumsal yaşam alanı veya kent anlamına gelmektedir.

Antik Yunan filozofu Aristoteles, insanın doğası gereği toplumsal bir canlı olduğunu söyler. Politika, toplumsal yaşamın yapısıyla, düzenlenmesiyle, yönetilmesiyle ilgili bir kavramdır.

Aristoteles’in hocası olan antik Yunan filozofu Platon, filozofların yönetici olması gerektiğini savunur.

Çünkü filozof, akıl yürüterek, bilgelik için, doğrunun ve gerçeğin bilgisini edinmek için mücadele eden kişidir.

Felsefe teriminin kökeni, antik Yunancadaki philo-sophia terimine dayanır. Philo-sophia, bilgelik sevgisi anlamına gelir.

Filozof için bilgelik (sophia), bilgi (episteme), doğruluk/gerçeklik (aletheia) ve akıl yürütme/gerekçelendirme/temellendirme (logos) birbiriyle ilişkili ve bağlantılı kavramlardır.
***
Platon’a ve Aristoteles’e göre, yaşamın amacı (telos), iyi bir ruha sahip olmaktır (eudaimonia). İyi bir ruha sahip olmak erdemli olmakla (arete) olanaklıdır. Adalet (dikaiosune) en önemli erdemlerin arasında yer almaktadır.

Toplumsal bağlamın dışında kalarak erdemli bir yaşam sürülemez. Adalet kavramından bağımsız olarak toplumsal yaşamı yapılandırmak, düzenlemek, yönetmek de olanaklı değildir.

Adaletin ne olduğunu, adaletin özünü, adaletin anlamını kavramak, ancak felsefeyle olanaklı olduğu için de, filozofların yönetici olması çok önemlidir.

Platon’a ve Aristoteles’e göre, bir başka önemli erdem de cesarettir (andreia).

Felsefi çerçevede erdemli bir yol, yaşamsal önemde bir konudur. “Güçlü olan haklıdır” paradigması ancak böyle yıkılabilir; algılar üzerinden değil, gerçekler üzerinden politika ancak böyle geliştirilebilir; yöneticilerin yozlaşmalarını sorgulayan Sokrates’in ölüme mahkûm edilmesi gibi adaletsizlikler, ancak böyle önlenebilir.

Platon ve Aristoteles, bu bakış açısıyla, teori ile pratik (kuram ile uygulama) arasındaki zorunlu bir bağlantıyı ve bütünlüğü de ortaya koyarlar.
***
Yüzyıllar sonra İngiliz filozof John Locke ve İsviçreli/Fransız filozof Jean-Jacques Rousseau, toplum sözleşmesi kavramını geliştirerek, adalet mücadelesi doğrultusunda, toplumu da bu sürecin içine etkin ve örgütlü bir biçimde katmışlardır.

  • Locke, güçler ayrılığı, emekçinin mülkiyet hakkı, laiklik gibi ilkeleri geliştirerek, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması doğrultusunda çok önemli adımlar atmıştır.
  • Rousseau bu süreci, halk egemenliği ve yasalarla güvence altına alınan kamusal yarar ilkesiyle tamamlamıştır.
  • Alman filozof Karl Marx, sanayi devriminden sonra, mülkiyet sorununu yeniden ele alarak, değişen üretim biçimlerini de ve üretim araçlarını da dikkate alarak, kapitalist sömürünün önlenmesi için, sanayi tarzı üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını savunmuştur.
    ***

Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk, bu felsefi ve tarihsel süreci, Türkiye’nin özel ve tarihsel koşullarını da dikkate alarak, teori ve pratik (kuram ve uygulama) bütünlüğü içinde, entelektüel bir bakış açısıyla, sentezlemiştir.

Atatürk;

  • Cumhuriyetçilikle monarşiyi yıkmıştır;
  • Halkçılıkla oligarşiyi yıkmıştır;
  • Devletçilikle/kamuculukla özelleştirmeciliği ve serbest piyasacılığı yıkmıştır;
  • Laiklikle teokrasiyi yıkmıştır;
  • Milliyetçilikle/ulusçulukla ümmetçiliği yıkmıştır;
  • Devrimcilikle muhafazakarlığı ve statükoculuğu yıkmıştır.

Sosyal demokrasi ve demokratik solculuk da, ekonomik ve sosyal adalet anlayışıyla, karma ekonomik model önermesiyle, Atatürk’ün halkçılık ve devletçilik ilkelerini olumlamıştır.
***
Politika aslında, felsefi bir eylemdir.

Ancak politikayı politika olmaktan çıkartan güç odakları ve sahte politikacılar, ne yazık ki, politikanın, başka bir deyişle siyasetin, kötü bir biçimde anılmasına neden olmuşlardır.

Atatürk’ün ilkelerinden ve ideolojik yaklaşımdan uzaklaşan bugünkü CHP yönetimi de, siyasetin yüzeyselleşmesinde büyük bir rol oynamıştır.

CHP’nin ve Türkiye’nin, yeniden felsefi bir eyleme ihtiyacı (gereksinimi) vardır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Politika nedir?4 Eylül 2023

CHP PROGRAMININ YENİLENMESİ

Suay KARAMAN

7 Ağustos tarihli yazımızda; CHP yönetiminin yeni bir parti programı hazırlanmasına karar verdiğini yazmış, hem vatandaşlardan, hem de parti üyelerinden aşağıdaki beş soruya yanıt vermelerinin istendiğini belirtmiştik. Şimdi biz, bu sorulara tek tek yanıtlarımızı verelim.

* CHP’nin yüzyıllık tarihi ve Türk siyasal yaşamındaki yeri hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Ulusal Kurtuluş Savaşımızdan, Kuvayı Milliye’den, Müdafaa-i Hukuk’tan, Halk Fırkası’ndan gelen Cumhuriyet Halk Partisi; Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ve ilkeleri Cumhuriyetçilik, Ulusçuluk, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik olan, ülkemizi kuran bir partidir. Üstelik bu yönüyle dünyada ilktir, tektir. CHP, kurtuluştan, kuruluşa dönüşen bir süreçte özellikle 1923 ile 1938 arasında az zamanda çok ve büyük işlerin üstesinden gelmiştir.

Sanayi kongreleriyle, ziraat kongreleriyle, kalkınma planlarıyla eldeki kıt kaynaklarla halkın ihtiyaçlarının en iyi biçimde karşılanmasına çalışılmış, hammaddesi Türkiye’de olmasına karşın dışarıdan ithal edilmek zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlanmıştı. Planlanan hedeflere ulaşmak için; sınırsız yurt sevgisi, inanç ve özveriden başka, bilinçli, kararlı, örgütlü ve devrimci bir tavır sergilenmişti.

1923 yılında kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, halkın büyük çoğunluğu yoksul ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek kadar az, sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülke konumundaydı. Üstelik iktisadi açıdan Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı “Düyun-u Umumiye” borçlarını da ödemek zorundaydı. Atatürk’ün CHP’si döneminde gerçekleştirilen somut ekonomik girişimler, on beş yıl gibi kısa bir zamanda çok büyük bir kalkınma hamlesine girişildiğini göstermeye yeterlidir.

1922-1925 arasında fiyatlarda artış oranı yılda %3, 1925-1927 arasında ise %1 olmuştur. Kimi fiyatlarda ucuzlama görülmüştür. Türk parası yabancı paralar karşısında değer yitirmemiş, aksine kimilerine karşı değer kazanmıştır. 1923-1938 arasındaki 11 yıl, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçe; 3 yıl, gelirin giderden çok olduğu bütçe fazlası gerçekleştirilmiştir. Yalnızca, Cumhuriyet’in ilk bütçesi olan 1924 yılı bütçesinde, %8’lik bir açık verilmiştir. 1924 yılı dışında, dış ticaret dengesi 1923-46 arasında hep pozitif, yani dışsatım hep dışalımdan çok olmuştur. 1929-39 arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 düzeyindeyken, Türkiye’de %10 olmuştur. Tarım üretimi 1923-30 arasında %10, 1930-40 arasında %5 artmıştır.

10. Yıl Marşı’ndaki “Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan” sözünün içi sosyal, toplumsal devrimlerin yanı sıra kalkınma planlarıyla, sanayi planlarıyla, şeker fabrikalarıyla, basma fabrikalarıyla, demiryollarıyla, Sümerbank’la, Etibank’la dolu olduğunu bilmeliyiz.

Atatürk’ün önderliğindeki CHP’nin, tam bağımsız ve emperyalizm karşıtı kararlı yönetimi ve ilkeleri sayesinde gelişen Türkiye, ne yazık ki O’nun ölümünden sonra bu gelişmeyi sürdürememiştir. 1940’lı yıllarda CHP, eski performansından ve ilkelerinden uzaklaşmış, erken biçimde çok partili yaşama geçilmiş ve ardından Atatürk ilkelerinden ödünler verilmeye başlanmıştır.

CHP’nin 12 Ocak 1959’da gerçekleştirilen 14. kurultayında ilan edilen “İlk Hedefler Beyannamesi”, CHP’nin Demokrat Parti iktidarı boyunca dile getirdiği hak ve özgürlükler ile modern hukuk devletinin gereklerini bir bütün olarak yayınlandığı manifestoydu (bildirgeydi). İlk Hedefler Beyannamesi, 1961 Anayasası’nın maddeleri arasında yer almıştı.

1961 Anayasası, ülkemizin önünü ve yönünü her alanda açarak, geliştirerek,
demokratik ve laik sosyal hukuk devleti ilkesiyle,
yeniden Kemalist devrimlere sahip çıkılmasına olanak sağlamıştı.

1965 genel seçimlerinin öncesinde, 29 Temmuz 1965 tarihinde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “CHP, bünyesi itibarı ile devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır” diyerek, CHP’nin yönünü açıklamıştır.

12 Eylül 1980 darbesiyle kapatılan CHP, 9 Eylül 1992 tarihinde yeniden açılmış ancak gerek genel başkanların, gerekse yöneticilerin Atatürk ilkelerinden uzaklaşarak, liberalizme savrulmaları üzerine, girilen her seçimde %25 düzeylerinde oy almıştır.

  • Özellikle son genel başkanın “laiklik tehlikede değildir” söylemiyle CHP iyice ilkelerinden uzaklaştırılmış,
  • Atatürk karşıtları, dinciler, bölücüler partiye doldurulmuş, kendi seçmeni küstürülmüştür.

CHP gibi köklü bir partinin, Türk siyasal yaşamına yaptığı katkılar, görüldüğü gibi çok büyüktür. Eğer Atatürk ilke ve devrimlerine sıkı sıkı sarılırsa, ülkemize yine büyük ve yararlı hizmetlerde bulunulacağı tartışılmaz bir gerçektir.

* CHP, Türkiye’nin geleceğini biçimlendirmede nasıl bir rol oynamalıdır?

CHP Cumhuriyetçilik, Ulusçuluk, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik ilkelerine sahip, tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı ilkelerini özümseyen yöneticilerle, ülkemizin aydınlığa doğru biçimlenmesinde önemli görevler üstlenir.

CHP, ilkelerinden biri olan laikliğe sıkı sarılmalı; bilimselliği temel ilke edinerek, dinci eğitime ve din ticaretine kesinlikle karşı olmalıdır. CHP, planlı ekonomiden yana olmalıdır. Kamu kaynaklarının sektörel ve bölgeler arası dağılımını düzenleyerek, kaynak kullanımının iyileştirilmesini sağlamaya çalışmalıdır. CHP, gelir dağılımının iyileştirilmesi için uğraş vererek, dengeli ve adaletli bir gelir bölüşümünden yana olmalıdır. CHP, sosyal devlet ilkesini benimseyerek, sağlık ve eğitim hizmetlerinin yeterli düzeyde ve ücretsiz olarak tüm halk kitlelerine ulaşmasına çalışmalıdır.

CHP, özelleştirme politikalarına ilke olarak karşı çıkmalıdır ve özelleştirilen kuruluşların yeniden kamunun eline geçecek şekilde yapılandırılması gerçekleştirilmelidir. Etkin ve dürüst bir kamu yönetimi anlayışını savunmalıdır. CHP, ülkemizin dış dünya ile siyasal, ekonomik ve teknolojik ilişkilerinin, karşılıklı çıkar dengeleri üzerine oturtulmasını sağlamalıdır. CHP, komşularıyla iyi ilişkilerin sağlanmasına öncülük ederek, “Yurtta Barış, Dünyada Barış” söylemine sıkı sıkıya sarılmalıdır.

  • NATO’dan çıkılarak, Avrupa Birliği’ne üye olmaktan vazgeçilmelidir.

CHP ulusal tarımın, hayvancılığın ve sanayinin gelişmesi için önlemler alarak, çokuluslu şirketler karşısında ezilmesine karşı çıkmalı ve üretimin artırılmasını desteklemelidir. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ülkesinin gelişimi için ve gerekirse yeni teknolojiler üreterek, değerlendirmelidir.

CHP, Atatürk düşmanlarını, ikinci cumhuriyetçileri, tarikatçıları, din tüccarlarını, bölücüleri, mezhepçileri, küreselleşme yanlılarını, Menderes ve Özal hayranlarını, sağcı söylemde bulunanları, ilkesiz ve tutarsız olanları içinde barındıramaz, barındırmamalıdır. Çünkü böyleleriyle ülkemizin aydınlık geleceği biçimlenemez.

* CHP’nin programına yön vermesi gerektiğini düşündüğünüz ana ilke ve temel değerler nelerdir?

  • CHP’nin programına yön vermesi gereken ana ilke  ve temel değerler,
    kuruluş ayarlarına dönmesiyle sağlanabilir.

Tek parti dönemi CHP’sinin 1923-38 arasında neler yaptığı ve nasıl büyük başarılara imza attığı yukarıda ayrıntılı olarak açıklanmıştı.

Kemalizm; 1938’de yaşama veda eden bir kişiye gösterilen sevgi ve saygı biçiminde değil, temeli akılcılık olan sosyal, politik ve ekonomik bir dünya görüşüdür. Kemalizm, bilimin ve aklın ışığında sürekli kendini yenilemek ve ileriye gitmektir.

Altı Ok” ile bu sağlanmaktadır.

CHP’nin yeni hazırlayacağı programına yön vermesi gereken ana ilke kuşkusuz ki Altı Ok’tur.

  • Altı Ok’un içinde tüm evrensel değerler bulunmaktadır.

Bunun yanında temel değerler olarak tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı da mutlaka olmalıdır.

* Türkiye’nin öncelikli olduğunu düşündüğünüz 3 sorununu yazınız.
Bu sorunların çözümü için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini kısaca açıklayınız.

  • Türkiye’nin en önemli sorunu eğitimdir.

Ardından laiklik ve ekonomi gelmektedir. Eğitimin sorunlarını çözmek için ulusalcı, vatansever ve cumhuriyet devrimlerini özümsemiş kadrolara gereksinim vardır. Öncelikle her alanda ulusal eğitim yapılmalıdır. Ulusal eğitim; ulusun kendi eğitimcileri tarafından hazırlanmış, kaynakları, yöntemleri, planları, olanakları ve uygulamaları ulusal olan eğitimdir. Bütün öğretim kademelerini içine alan bilimsel, laik, demokratik ve çağdaş eğitime inananlardan oluşan bir kurul ile köklü bir eğitim reformu yapılmalıdır.

Eğitimin de sağlık hizmetleri gibi ülke genelinde mutlaka devlet tarafından ve ücretsiz sağlanması ön koşul olmalıdır. Eğitim dili resmi dildir. Ancak öğrencilerin bir ya da daha çok yabancı dil öğrenmeleri için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Eğitim sistemi sınav temelli değil, öğrenme temelli olmalı; ezbere değil, düşünmeye ve sorgulamaya dayanmalıdır. Nitelikli bir eğitim için öğrencilerin temel fen bilimleri ve matematik bilgisi yanında felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji, sanat tarihi, tarih, coğrafya bilgilerine sahip olması için çalışmalar yapılmalıdır. Farkındalık ve duygusal zekânın yüksek olduğu, soyut, analitik düşünme ve sorgulama becerisinin kazandırıldığı bir yöntem gerekir. Öğrencilerin gelişimi açısından kültürel, sosyal ve spor etkinliklerine yer verilmelidir.

Laiklik, dinsel fikirlerle dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır; toplum ve devlet yaşamının akla ve bilime dayandırılmasıdır. Toplumun binlerce yıl önce konmuş, o günün sorunlarına çözüm getiren kurallara göre yönetilme zorunluluğunun kaldırılmasıdır. Din adına yapılan baskı ve zorbalığın devre dışı bırakılmasıdır. Laiklik, aydınlanmanın ve çağdaşlaşmanın gerekli ilkesidir. Laiklik, devletin inançlar karşısında yansızlığı, inanç özgürlüğü, farklılıklarla birlikte barış içinde bir arada yaşamanın temel güvencesi ve garantisidir. Aynı zamanda,

  • Laiklik bir yaşam biçimi ve demokrasinin olmazsa olmazıdır.
  • Bugün ülkemizde laiklik tehlikededir!

Çünkü yapılanlar hep dinci temele dayandırılmaktadır. Diyanet Akademisi’nin kurulmasından tutun, Yargıtay’ın dua ile açılmasını, türban için yasa tasarısı verilmesini, okullara imam atanmasını, laik ve bilimsel eğitim yerine dinci eğitime geçilmesini, tarikatlar ve cemaatler gibi oluşumların laikliğe karşı yapılan eylemler olduğu bilinmelidir. Laiklik, aklın sorgulamasıdır. Bu sorgulamayı yapamayanlar ya da laikliğin tehlikede olmadığını sananların, ülkemizin bugün getirildiği durumun baş sorumluları arasında olduğunu bilmeliyiz.

24 Ocak 1980 kararlarından beri ülkemiz ekonomik sorunlarla boğuşmaktadır ve ekonomik olarak büyük çöküş yaşamaktadır. AKP döneminde vatandaş borçlandı, üretici borçlandı, sanayici borçlandı. Tarım ve hayvancılık bitirildi, sanayi yok edildi, üretim çökertildi. Ulusal değerlerimiz KİT’lerin en karlı olanları özelleştirilerek, peş keş çekildi, yağmalandı.

Dış kaynak girişine dayalı, üretimi bitiren, ülkeyi borçlandıran sisteme son vermek gerekiyor. Dünya Bankası, İMF gibi kuruluşlardan kredi alımına son verilerek, yerli kaynakların kullanımına olanak sağlayacak önlemler alınmalıdır. Devlet; sanayiciye ve çiftçiye gerekli teşvikleri sağlamalıdır.

Türkiye ekonomisinin dış kaynaklara aşırı bağımlı olma sorunu ortadan kaldırılmalıdır. Türkiye’nin sahip olduğu enerji kaynakları iyi kullanılarak, enerjide dışa bağımlılık azaltılmalıdır.

Vergide adalet sağlanmalıdır. Dolaylı vergiler adaletsizliğe yol açmaktadır. Akaryakıt, iletişim, gıdadan alınan yüksek vergiler düşürülmelidir. Buna karşın yüksek kar elde eden bankalar, finansal kazançlar adil biçimde vergilendirilmelidir. Böylece toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payı azalırken, doğrudan vergilerin payı artacaktır.

AKP iktidarından önce yaklaşık 100 milyar Dolar dış borcu bulunan Türkiye (AS: 130 milyar $), AKP iktidarından sonra yaklaşık 500 milyar Dolar dış borca yaklaşmıştır. Bu borcun büyük çoğunluğu “beşli ihale grubu“nun yaptığı inşaatlara harcandı. Bu grupta biriken servetin bir bölümü toplumun gereksinimleri için bir kez vergilendirilmelidir. Ayrıca bu grubun silinen vergileri, toplumun yararı için geri alınmalıdır. Kayıt dışı büyük kazançlar, “nereden buldun yasası” ile takip edilerek, vergilendirilmelidir.

Özelleştirilen Devlet Üretme Çiftlikleri vb.  kuruluşlar modernleştirilerek, yeniden kamu kuruluşu durumuna getirilmelidir. Devlet, çiftçi için yerli tohum ve gübre üretmeli, çiftçiye mazot düşük fiyattan verilmelidir. Yerli ırk hayvancılığın gelişmesi için çalışmalar yapılmalıdır. İmara açılan meralar ıslah edilerek, hayvancılığa kazandırılmalıdır.

Sanayi yatırımları belirli bir program çerçevesinde yapılmalı, yurtiçi kaynakların kullanımına özen gösterilmelidir. Gerçekten yerli ve milli olmak için ulusal sanayi desteklenmelidir.

AB ile Gümrük Birliği andlaşmasına son verilmelidir.

Türk vatandaşlarına vize koyan tüm ülkelere, karşılıklılık ilkesi gereğince vize konmalıdır. Turizmde “her şey dahil” sistemi kaldırılarak, turistlerin gittikleri yerlerde esnafla buluşmalarını sağlayacak bir sistem getirilmelidir.

Türkiye için çare, planlı kalkınmadır, karma ekonomidir ve bunlara bağlı olarak denk bütçedir. 1923-38 arasındaki başarılardan ders çıkarmak gerekir.

* CHP’nin politikalarını uygulaması ve ilkelerini yaşama geçirmesi için gereken iktidar stratejisi hakkındaki görüşlerinizi yazınız.

CHP’nin politikalarını uygulaması ve ilkelerini yaşama geçirmesi için öncelikle Atatürk ilke ve devrimlerini özümseyen kadroların parti yönetiminde olması gereklidir. Son yıllardaki savrulan CHP’nin iktidar olma şansı hiç yoktur, zaten alınan seçim yenilgileriyle de bu durum görülmektedir.

CHP’de tüm üyeler yenilenerek, delege ağalığı sistemine son verilmelidir. CHP’de parti içi demokrasi yoksa ülkeye sağlıklı bir demokrasi getirmek söz konusu olamaz. Parti içi demokrasinin ön koşullarından birisi de parti içi eğitim alan ve parti ödentilerini yerine getiren üyelerle yapılan önseçimdir. Genel başkan dahil tüm organların, milletvekillerinin, yerel yöneticilerin seçimi yargı denetiminde önseçim ile yapılmalıdır. Böylece örgütün bildiği, güvendiği nitelikli adaylar yönetim görevlerine gelir ve bu da partinin iktidara uzanmasının önünü açar.

Yeni bir parti programı, parti örgütlerine, demokratik kitle örgütlerine, meslek odalarına, sendikalara danışılarak hazırlanmalıdır. Buralardan alınacak görüşler değerlendirilir, yeni program biçimlenir ve Kurultayın onayına sunulur. İzlenecek bu yol için en az iki yıla gereksinim vardır. Vatandaşlardan ve üyelerden gelecek bu beş sorunun yanıtlarını birkaç ay içinde değerlendirmek olanaklı değildir. Üstelik bu yanıtları kimlerin ve nasıl değerlendireceği belli olmadığı gibi, yetkinlikleri hakkında da hiçbir bilgi yoktur.

Şimdi ortaya çıkan ve şimdiki yönetimin yaptıklarına hiç ses çıkarmayıp, ortak olan genel başkan adaylarının bu sorulara vereceği yanıtlar da merak konusudur. Çünkü ortaya çıkan adaylar, Atatürk ilke ve devrimlerini özümsemiş olsalardı, yapılan yanlışlara tepki verilerdi.

Kemal Kılıçdaroğlu 21 Eylül 2010’da Berlin’de “Laiklik tehlikededir diyemem, çünkü altını dolduramam” derken hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 10 Şubat 2012’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun “yargıda cemaatçi yapılanma var diyemem” sözüne hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde siyasal İslamcı birini aday olarak önerenlere hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 16 Nisan 2017 halk oylamasında mühürsüz oylarla rejim değiştirilirken hangi genel başkan adayı tepki vermişti? CHP Tunceli örgütü 15 Kasım 2017’de hain (AS: biz “hain” sıfatını doğru bulmuyoruz) Seyid Rıza’yı anarken hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 2022 yılında Diyanet Akademisi kurulurken hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 7 Haziran 2022’de CHP grup toplantısında Kemal Kılıçdaroğlu’nun; “Türkiye’nin genç muhafazakâr kadınlarına bir kez daha seslenmek istiyorum. CHP eski CHP değildir. Beraberiz, birlikteyiz. Artık aynı değerleri savunuyoruz.” söylemlerine hangi genel başkan adayı tepki vermişti? Kemal Kılıçdaroğlu’nun verdiği türban yasası önerisi için hangi genel başkan adayı tepki vermişti? Altı sağ kökenli partiyi bir araya getirip, başarı kazanılacağı söylemlerine hangi genel başkan adayı tepki vermişti? Genel başkanın “Helalleşme” söylemiyle tarikatlara, cemaatlere ve tüm gericilere kol kanat germesine hangi genel başkan adayı tepki vermişti? Danışmalarından bazılarının Fetöcü oldukları bilinmesine karşın hangi genel başkan adayı tepki vermişti? 22 Temmuz 2023’te genel başkanın; “Genel başkanlık yükünü taşıyabileceğine inanacağım, CHP’nin ilkelerine bağlı, partiyi ileri götürebilecek ve geçmişi temiz birisi olsa Genel Başkanlığı yarın bırakırım” söylemine hangi genel başkan adayı tepki vermişti? CHP içinde Atatürk’e dil uzatanlar, ‘TR’ kodlu ajanlar, Dersim’i katliam olarak kabul edenler (AS: bize göre kırım boyutu vardır), Seyid Rıza’nın ve Çerkes Ethem’in olmayan onurlarının (AS: Seyid Rıza bu nitelemeyi hak etmiyor) geri verilmesini isteyenler, sözde Ermeni soykırımı için özür dilenmesini isteyenler, Kürtçülük, ırkçılık, mezhepçilik, dincilik, bölücülük yapanlara, ilkesiz ve tutarsız olanlara karşı hangi genel başkan adayı tepki vermişti?

CHP’deki sorun ideolojiktir. CHP’nin ideolojisi Kemalizm’dir, yolu Altı Ok’tur. Kemalizm ileriye açık, aydınlanmacı bir ideolojidir. Mazlum ulusların, ulusal demokratik devriminin ideolojisidir.  Değişen koşullar içinde, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi ve o yenilenmenin ilkelerini içerir. Kemalizm ile sosyal demokrasi çok farklıdır. Emperyalizmin ideolojik ve siyasal yedek lastiği konumundaki sosyal demokrasi, ulusalcılığın aşılması gerektiğini savunmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse hem Atatürkçü, hem de sosyal demokrat olunmaz. Parti üyelerinin bunları bilmemesi belki bir ölçüde doğal karşılanabilir ancak partiyi yönetmeye istekli kadroların bunları bilmemesi aymazlıkla ve sapkınlıkla bile açıklanamaz.
***
Yıllardır CHP yönetimlerinin yanlışlarını söyledik, yazdık; genel başkanları, yöneticileri eleştirdik. Çizgimiz hep Atatürk’ten yana, hep ilke ve devrimlerinden yana olduğu için korkmadan gerçekleri haykırdık. Şimdi bu gerçekleri yeniden ve hep birlikte haykırma zamanıdır.

  • “CHP kurtarılmadan, Türkiye kurtarılamaz!”

Söyleminin içini doldurmalıyız ve bu yüzden CHP genel başkanlığı için, “Altı Ok temelinde” partimizi yönetmek için buradayız diyoruz. Parti çökmeden, güzel ülkemiz yitirilmeden ulusalcılar,

  • Kemalistler görev başına…

Azim ve Karar, 14 Ağustos 2023

Ekrem İmamoğlu ve CHP

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
31 Temmuz 2023, Cumhuriyet

 

İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu başarılı bir belediye başkanıdır. İmamoğlu çalışkandır ve belediyecilik projesi geliştirmek konusunda yeteneklidir.

İmamoğlu, belediyedeki başarılarının dışında, halkla iletişimi yoğun ve etkili olan birisi olarak, cumhurbaşkanı adayı gösterilseydi, seçimleri de büyük bir olasılıkla kazanırdı.

İmamoğlu, beş yıl sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kazanabilecek olası adaylardan birisidir. Yüzde 50’nin üzerinde oy alınmasını gerektiren yeni sistemde, İmamoğlu, bir geçiş dönemi cumhurbaşkanı olarak, parlamenter sisteme geri dönülene dek, bir sonraki seçimde, CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak da gösterilebilir.

Ancak CHP Genel Başkanlığı ayrı bir konudur. CHP Genel Başkanlığı için ideolojik bir donanım gerekir. CHP genel başkanı olacak kişinin, CHP’nin temel ilkelerini özümsemiş ve içselleştirmiş olması gerekir. CHP genel başkanı olacak kişinin CHP’nin ilkelerine içten bir biçimde inanmış olması gerekir.

Bu konuda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da iyi bir örnek değildir.

Bu konuda örnek alınacak birileri varsa, onlar da Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Bülent Ecevit gibi liderlerdir.

  • İmamoğlu’nun CHP genel başkanı olması durumunda, Kılıçdaroğlu döneminde yaşanan CHP’nin sağa savrulması ve laikliğin unutulması süreci, hem söylem, hem eylem, hem de kadrolaşma bağlamında, kronikleşmiş bir hale dönüşecektir.
  • İmamoğlu’nun genel başkan olması durumunda, Kılıçdaroğlu döneminde olduğu gibi, partide halkçılık yerine popülizm ön plana çıkacaktır.

***
İmamoğlu’nun birinci eksiği ideolojik donanımdır.
İmamoğlu’nun ikinci eksiği de çalıştığı kadrolardır.
Değişim
isteminde bulunan İmamoğlu’nun, Kılıçdaroğlu’nun en yakın kadrosuyla birlikte çalışması bir çelişkidir. İmamoğlu’nun sorunun kaynağı olan bir kadroyla değişimi gerçekleştiremeyeceği ve bu konuda inandırıcı olamayacağı açıktır.

Partinin kurumsal kimliğine ve ilkelerine sahip çıkmak ve parti içi demokrasiyi sağlamak doğrultusunda bir değişimi gerçekleştirebilmek için, hem ideolojik bir temelin, hem de ona uygun kadroların olması gerekir.

Medyaya sızan “Zoom” toplantısından da anlaşılacağı gibi, İmamoğlu’nun şu anda birlikte çalıştığı kadrolar, CHP’nin sağa savrulmasına göz yumanlardır, bu konuda yıllarca sessiz kalanlardır.
***
İmamoğlu bugüne dek Her şey güzel olacak ve “Sevgi kazanacak” gibi hiçbir ideolojik temeli olmayan söylemlerle yola çıkmıştır. İmamoğlu birkaç gün önce, kurduğu web sitesine gelen istemleri özetlerken Atatürk devrimleri, laiklik, cumhuriyet, demokrasi, kamuculuk gibi kavramlara yeni yeni değinmeye başlamıştır.

Oysa bunun için web sitesine gelen istemleri beklemeye gerek yoktu. Bunlar zaten Partinin programında ve tüzüğünde olan ilkelerdir.

  • Cumhuriyetçilik,
  • Halkçılık,
  • Devletçilik,
  • Laiklik,
  • Milliyetçilik,
  • Devrimcilik,

Sosyal demokrasi (AS: biz bu ilkeyi asla benimsemiyoruz..), demokratik solculuk Partinin kurultay tarafından onaylanmış kurumsal ilkeleridir ve her üye bunlara uymakla yükümlüdür.

Bu konuda, hem İmamoğlu’ndan hem de Kılıçdaroğlu’ndan farklı olarak, tutarlı bir biçimde ilerleyen tek hareket, “CHP İlke ve Demokrasi Hareketidir. Bu Hareket ilkelerini, amacını ve ideolojisini, www.chpilkedemokrasi.org adlı web sitesinde, geçtiğimiz günlerde duyurmaya başlamıştır.
***
İmamoğlu açısından bir başka zorluk da, İstanbul Belediye Başkanlığı’dır.

İmamoğlu’nun CHP Genel Başkanlığı adaylığı, İstanbul Belediyesi’nin AKP’nin eline geçmesine yol açabileceği için, buna neden olan birisinin CHP’de kurultayı kazanması oldukça zordur.

Değişimi hedefleyenlerin yanlış yerlerde zaman yitirmemelerinde büyük yarar vardır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Kişi ve ilke17 Temmuz 2023

YÜKSELİŞ DE ÇÖKÜŞ DE EKONOMİKTİR!

ATILIM ÜNİVERSİTESİ - Maliye - Akademik PersonelProf. Dr. DURAN BÜLBÜL
Maliye Uzmanı
22 Haziran 2022 (13 ay önce!)

Kurtuluş Savaşı yıllarında buğday üretimimiz, gereksinimi karşılamıyordu. Şekeri de ithal ediyorduk.
Ulusal sanayimiz yoktu. İzleyen yıllarda, kısa sürede buğday üretimi artırılıp dışsatım (ihracat) yapar düzeye çıkarıldı. Kurulan şeker fabrikalarıyla şeker gereksinimi karşılandı.
Kısa sürede sanayileşme ve kalkınmada dünyaya örnek olduk.

  • Dışa bağımlılık bitirildi.
  •  Türkiye’nin kendi kendine yeten bir ülke olduğu,ders kitaplarında yaygındı.

Atatürk sonrasında ise Türkiye yeniden dışa bağımlı duruma geldi.

Tahıl ambarı olan ülkemiz, buğday dışalımı yapar (ithal eder) oldu.

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi sonucu önemli ölçüde dışa bağımlı olundu.

1. Dünya Paylaşım Savaşı bitiminde Avrupa ülkeleri çok ağır ekonomik bunalımlar yaşıyordu.

Tarihe “Büyük Bunalım” olarak geçen bu dönemde (1929 sonrası yıllar) fiyat artışları İngiltere’de % 242, Fransa’da % 357 / yıl idi.

Ancak, dünya savaşından çıkan bu ülkelerde görülen orandan çok daha azgın enflasyon, son dört ayda (2022’nin ilk yarısı, geçen yıl) Türkiye’de görüldü.

AKP iktidara geldiğinde 1 $ = 1.60 TL iken bugün 10 katını aştı, 17.30 TL oldu.
(AS: 20 Temmuz 2023’te, %56 devalüasyonla 1 $=27 TL oldu!!!)

Bu dönemde TCMB rezervleri eritildi, eksi rezervlere düştü.
(AS: 2023 ortası, eksi 70 milyar $!)

YÜKSELİŞ DE ÇÖKÜŞ DE EKONOMİKTİR!

Anımsayalım, 1929-35 döneminde dünyada sanayi üretimi artış hızı %19 iken Türkiye’de %96 olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün yoktan var ettiği Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın saygın ülkelerinden biri, dünyanın 11. büyük ekonomisidir.

AKP döneminde, özellikle son yıllarda Türkiye ekonomisi saygınlığını, güvenilirliğini yitirerek ekonomik büyüklük olarak (toplam ulusal gelir, GSMH) 16. sıradan 22. sıraya gerilemiştir. (AS: G20’den düştük gerçekte!)

Ekonomi, var oluş veya yok oluş nedenidir, kısaca her şeydir.

Yaşamak ve mutlu olmak için gerekenlerin tamamıdır neredeyse.

Tarım, ticaret, hizmet, sanayi, istihdam, sağlık.. demektir.

Türkiye’de 1931’de, ilk kalkınma planı hazırlığı başlamış, 1933’te tamamlanarak 1. Beş Yıllık Sanayi Planı uygulanmıştır.

Bu kapsamda 1933-38 arasında 20 fabrika kurulmuştur. Bunlar öz kaynaklarla, dış borç alınmadan yapılmıştır.

  • AKP döneminde ise Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan bu fabrikalar tümüyle özelleştirilmiş, yok edilmiştir.

Bugünkü ekonomik bunalımın (krizin) bir nedeni de (yanlış) özelleştirme politikalarıdır.

DENK BÜTÇE

1923-38 yıllarında (1925 dışında) hazırlanan bütçeler fazla vermiştir.

1925’te bütçenin açık vermesinin nedeni çiftçiye, köylüye zulmeden Osmanlı mültezimleri eliyle toplanan, tarımsal üretimin artışına engel olan, yoksul köylünün belini büken Aşar (Ondalık, Öşür) Vergisinin kaldırılmasıdır.

Bu vergi dolaysız vergilerin % 48’ini, kamu gelirlerinin toplam % 28.6’sını oluşturuyordu. Bütçede böylesine yüksek oranlı bir gelir olsa bile, Atatürk bu vergiyi kaldırmıştır.

Günümüzde ise bütçe gelirlerinin binde 3’ünü oluşturan vergiler kaldırılmamaktadır. Oysa çiftçiyi korumak, ulusal tarım üretimini desteklemek için böyle bir karar alınsa, çiftçi mazotu % 42 daha ucuz edinecektir.

Atatürk döneminde Türkiye ortalama yılda % 10’a yakın büyürken, CHP’nin tek başına iktidar olduğu 1923-50 döneminde ortalama %8.1 büyümüştür.

AKP iktidarında 2003-2022 arasında ortalama yıllık büyüme hızı %4’tür.

Ekonomide çıkış için, 1923-50 dönemi CHP’nin kalkınma iktisadı politikalarının yaşama geçirilmesi gerekir.

Bu dönemde CHP, denk bütçe politikasını parti programına almış, aynen uygulamış ve Türkiye ne bütçe açığı ne dış ticaret açığı vermiştir.

Çözüm gene ATATÜRK’te, Kemalizm’de!

Manevi liderimiz Atatürk’tür

Ataol Behramoğlu
Ataol Behramoğlu
ataolbehramoglu@gmail.com

15 Temmuz 2023, Cumhuriyet

 

Ülkelerin kurucuları, kurtarıcıları, büyük yöneticileri vardır. Yaşamda oldukları sürede onlara lider denir. Yaşamdan ayrıldıktan sonra manevi lidere dönüşürler.

Bu kez anılarıyla, fikirleriyle, yol gösterici örnek davranışlarıyla gelecek kuşakların yolunu aydınlatırlar.

Ülkemizin manevi lideri Mustafa Kemal Atatürktür.

Çünkü ölümü değil yaşamı yüceltmiştir.

Sadece fikirleriyle ve eylemleriyle değil yaşamıyla da giyim kuşamıyla dans ederken, yüzerken, yiyip içerken, çocuk severken, çocukça eğlenirken ve okuduğu binlerce kitapla, hayatın nasıl yaşanmaya değer olacağını bilinçli olarak örneklemiş, yurttaşlarına göstermiştir.

Manevi lider olan yazarlar, sanatçıları düşün insanları da vardır.

Sevdiğim, tanıdığım, hayranlık duyduğum bu kişiler arasında da bence manevi liderimiz olmaya en yakışanı, fikirlerinin yanı sıra son nefesine kadar bu ülkenin insanları mutlu olsun diye canını dişine takarcasına çalışıp üreten, gözü pek öncü eylemleriyle örnek olan, yokluğunu en büyük özlemle duyumsadığım Aziz Nesin’dir.
***
Benim için manevi lider, ister siyasal yönetici, ister yazar ya da herhangi bir başka düşünür olsun, yaşamın nasıl daha yaşanılır olabileceğini, nasıl daha adil ve yaşanılır bir dünyaya ulaşılabileceğini anlatan, tartışan, düşüncelerinin yanı sıra eylemleriyle de örnekleyen kişidir.

Bir din adamından manevi lider, hele bir ülkenin manevi lideri olabilir mi?

Dinler, yapıları gereği, inanç sistemleridir. Değişime kapalıdırlar.

Din adamları, mensup oldukları dinin değişmez kurallarını öğretmek ve yaygınlaştırmakla görevlidirler.

Her dinin kuşkusuz yaşama dönük ahlak kuralları vardır.

Bunlar genellikle birbirinden türemiş ahlaki, insani öğütlerdir.

Fakat dinler aynı zamanda ve genellikle sabretmeyi, bir başka yaşama hazırlanmayı da öğütlerler.

Bir din adamı, kendisiyle tutarlıysa bu iki ödevi birbirinden ayıramaz.

Ayıracak olursa, salt bu dünyaya ilişkin ahlak kurallarını öğütlemekle sınırlı kalırsa din adamı vasfını kaybeder (niteliğini yitirir). Zaten sadece bununla da manevi lider olunamaz.

Birisi bir din adamı için “Manevi liderim, manevi liderimiz” diyorsa, onu bu dünyasıyla, öteki dünyasıyla düşünerek söylemektedir.

Herkes kişisel olarak kendine manevi lider seçme hakkına sahiptir.

Fakat hiç kimse bir din adamını ülkesinin manevi lideri ilan edemez.

Öteki dünyacılık, ahiretçilik, İslamdan çok önce de bilinen bir kavramdır. Bir inanç konusudur. İnanır ya da inanmazsınız. Fakat dünya görüşünün temelini ister istemez “ahret” oluşturan, öğütleri ister istemez bu inanç ya da kavramda temellenecek kişi, yaşadığımız dünyada bir ülkenin manevi lideri olarak ilan edilemez.

Türkiye’nin manevi liderleri, en başta ve tartışmasız Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, yaşamları pahasına bu ülke insanının çağdaş, adil bir yaşama ulaşması, Türkiye’nin dünya ülkeleri arasında seçkin bir yere sahip olması, Türkçemizin dünya dilleri arasında kendine yaraşır bir güzellikle ışıldaması için yeteneklerini ve bütün ömürlerini sevgiyle, özveriyle, hiçbir ödül ve unvan beklemeksizin sunanlardır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

RTÜK sansür kurulu12 Temmuz 2023

Hacettepe Tıp Fakültesini birincilikle bitiren Dr. Can ZEYNELOĞLU’nun konuşması

Hacettepe Tıp Fakültesini
birincilikle bitiren, gururumuz…

Dr. Can Zeyneloğlu’nun bitirme
(mezuniyet) konuşması – 2023

Sayın rektörüm, sayın rektör yardımcılarım, sayın dekanım, sayın dekan yardımcılarım, sayın hocalarım, sevgili arkadaşlarım ve saygıdeğer ailelerimiz, hepiniz 2023 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezuniyet törenine hoş geldiniz.

Öncelikle, Maraş merkezli depremlerde hayatını kaybeden (yaşamını yitiren) vatandaşlarımıza Allahtan rahmet, yakınlarına sabır ve baş sağlığı diliyorum. Etkilenen tüm vatandaşlarımıza da geçmiş olsun demek istiyorum.

Bu gün, uzun ve zorlu bir serüvenin sonuna gelmiş olmanın haklı gururunu yaşıyoruz. 6 sene (yıl) önce M salonunda beyaz önlük giyme töreni ile başlayan tıp fakültesi yolculuğumuz, bu gün artık o önlüklerin içini doldurmamız ile son buluyor. Bu kutsal tıp eğitimini Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden biri olan Hacettepe’de almanın gururunu hissediyoruz.. Hacettepe kimi zaman bizi mutlu etti ve iyi ki Hacettepe dedirtti. Kimi zaman ise üzdü, saygı duyulmadığımızı ve istenmediğimizi hissettirdi. Fakat iyisiyle ve kötüsüyle Hacettepe bizim evimiz oldu.

İlk amfi dersimize girmenin, ilk anatomi laboratuvarının, hastaneye ilk defa (kez) beyaz önlükle girmenin, ilk defa (kez) bir hastanın sorumluluğunu almanın heyecanını (coşkusunu) burada yaşadık.

Başta Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e,

sonra da bizim iyi hekimler olabilmemiz için imkanları dahilinde (olanakları içinde) ellerinden geleni yapan fakültemize ve kurucumuz merhum İhsan Doğramacı‘ya teşekkür etmek isterim.
Bizler için çabalayan, gecesini gündüzüne katan, öğrencisini seven ve sayan, pandemi – uzaktan eğitim demeden bilim ve öğretme aşkı ile bizlere katkı sağlamaya çalışan, Hacettepe’yi Hacettepe yapan, Hacettepe’nin Hacettepe kalması için uğraşan, alanlarında uzman saygıdeğer hocalarımıza şükran ve minnetlerimizi sunmayı kendim ve dönem arkadaşlarım adına borç bilirim.

Sizden doktorluk (bilim ve) sanatına dair (ilişkin) bizlere meslek hayatımız (yaşamımız) boyunca Hacettepeli olmanın ayrıcalığını hissettirecek (duyumsatacak) pek çok bilgi edindik. Üzerimizde emeğiniz çok büyüktür, teşekkür ederiz.

Ben, 35 sene (yıl) önce buradan mezun olan babamın, 28 sene (yıl) önce buradan mezun olan annemin, 14 yıl önce bu fakülteden emekli olan dedemin ve anneannemin izinden, çok büyük umutlarla ülkemizin en köklü ve en prestijli (saygın) tıp fakültelerinden birinde okuyacak olmanın heyecanını hissederek (coşkusunu duyumsayarak) bu fakülteye başladım.

Mottosu “HEP DAHA İLERİYE, EN İYİYE!” olan okulumuzun, bu vaatlerinin maalesef sözde kaldığının zamanla farkına vardık.

İlk yıllarımızda fakültemizin fiziksel yetersizliklerini hissetmeye başladık. Ders çalışmak için okul içinde veya kütüphanede çalışacak yer aradığımızda, boş yer bulamadık. Anatomi laboratuvarlarında “15-20 yıllık, her yeri un ufak olmuş” kadavraların başında, onlarca öğrenci bir şeyler görmeye, öğrenmeye çalıştık. Hasta görecek ve öğrendiğimiz bilgileri klinikte kullanacak olmanın heyecanıyla ilk 3 yılı tamamladık.

Klinik öncesi yıllarımızdan sonra hastaneye ilk kez ‘ stajyer de olsak’’ doktor olarak gireceğimiz yıl, COVID-19 pandemisi (salgını) patlak verdi.

Hastaneye stajyer olarak geldiğimiz yarım dönemde hocalarımızla yeterince hasta başı ders yapamamış olmanın ve hocalarımızın deneyimlerinden tam olarak yararlanamamış olmanın burukluğu ile tamamladık Dönem 4’ü.

Dönem 5’te ise yüz yüze olmasına rağmen (karşın) maalesef dersler aksamaya başladı. Bazı (kimi) hocalarımızı, danışmak, sorularımızı sormak için yerlerinde bulamadık. Bazılarını ise bulduk ama bulduğumuzda ya baştan savıldık ya da kapıdan çevrildik. Bu şekilde davranmayı seçmeyen, bizim için özveriyle çalışan, bizlerle ders işleyen, sohbet eden, bizleri hep daha iyiye en ileriye götürmek için uğraşan tüm saygıdeğer hocalarımıza tekrar bizlere akademisyenliğin nasıl yapılması gerektiğini öğrettikleri için huzurlarınızda teşekkür etmek istiyorum.

Ve geldi çattı, herkesin hem heyecanla hem de korkuyla beklediği o meşhur sene (ünlü yıl) : İntörnlük. Hasta sorumluluğu almaya başlayacağımız yıldı bu yıl. Hastanenin birçok bölümünde başta maddi olanaksızlıkların yarattığı personel eksikliği ve altyapı yetersizliği nedeniyle, hocalarımızdan edinebileceğimiz son damla bilgilerin peşinde koşacağımıza, randevu peşinde koştuk. Hekimlik sanatının inceliklerini öğrenmek umuduyla başladığımız intörnlüğü, hastanemizin personel açığını doldurmuş olarak tamamladık. Kendimizi akademik olarak geliştirmekten çok laboratuvara kan tüpü taşımayı, saatlerce hastalar için randevu almaya çalışmayı, muayene etmediğimiz hastaların istemlerini yapmayı ve en çok da dişimizi sıkmayı öğrendiğimiz bir yıl oldu.

Ama iyisiyle kötüsüyle bu yılı da geride bıraktık ve tıp doktoru ünvanını (sanını) almaya hak kazandık.

Tarih boyunca kutsal olmuş bu ünvana (sana) olan sevgi ve saygı maalesef giderek azalmaktadır. Bunun en büyük göstergesi gün geçtikçe artan sağlıkta şiddet olaylarıdır.

Doktor dövmek en büyük hakkım diye övünen,
doktora şiddeti normalleştiren bu zihniyete karşı yaptırımların artmasını ve yargının görevini yerine getirilmesini diliyorum.

Sevgili arkadaşlar, bu “gerici ve karanlık” zihniyet ile bilimin ve
Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerinin ışığında biz savaşacağız,
yılmadan, yorulmadan, dünyanın neresinde olursak olalım,
bu ilkelerin ve bilimin ışığının bu topraklarda sönmesine izin vermeyeceğiz.

Bizlerin ve öbür meslektaşlarımızın ağır iş yükü altında ezilmememiz ve hastalarımızın aldığı hizmetin verimini artırabilmemiz için sağlık sisteminde yeni düzenlemeler yapılması gerektiğini burada yeniden vurgulamak istiyorum. Her hasta için yalnızca 5 dakika ayıran bir sistem ile ne doktor gönlü rahat bir şekilde hastasını tedavi edebilir ne de hasta aldığı hizmetten memnun kalabilir.

Sevgili ailelerimiz, bu başarı bizim olduğu kadar sizlerindir. Her birinize ayrı ayrı teşekkür etmek istiyorum. Benim de bugünlere gelmemde çok büyük emeği olan aileme sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bana özverili çalışmanın, çalışma aşkının ve iş ahlakının ne demek olduğunu gösteren anneme, her zaman bana yol gösteren ve örnek olan babama, bana her zaman destek olan kardeşime, bana bilim insanı ve akademisyen olmanın ne demek olduğunu öğreten anneannem Prof. Dr. Ayşın Bakkaloğlu’na, ve bana başta insan sevgisi ve vefa olmak üzere sayamayacağım kadar değer katan dedem Prof. Dr. Mehmet Bakkaloğlu’na teşekkür etmek istiyorum.

Fakülte boyunca yanımda olan, iyi ve zor zamanları birlikte geçirdiğimiz, birlikte eğlenip, birlikte üzüldüğümüz arkadaşlarıma da teşekkür etmek istiyorum.

Bana fakülte sürecinde kapısını açan, yardımcı olan ve yol göstericilik yapan tüm hocalarıma da minnetlerimi sunuyorum.

Bu yılımı güzel anımsamama neden olacak İntern Gurubum “Gurup 5’e” de ayrıca teşekkür ediyorum.

Pandemide yitirdiğimiz tüm sağlık çalışanlarını rahmetle anıyor, pandemi boyunca hastaları için emek veren başta asistan abi ve ablalarımız olmak üzere tüm sağlık çalışanlarına teşekkür ediyoruz. Tıp fakültesi sürecinde yitirdiğimiz sayın hocalarımız emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Fevzi Sargon’u, Prof. Dr. Bülent Tırnaksız’ı ve Prof. Dr. Kadriye Yurdakök’ü saygı ve rahmetle anıyorum.

Ve son olarak;

  • Ülkemizin bu günlere gelmesinin en büyük mimarı olan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve ülkemizin bağımsızlığı için şehit düşmüş tüm askerlerimizi rahmet ve saygıyla anıyor, sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Konuşmamı, Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözüyle tamamlamak istiyorum:

“Gençler, cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz.
Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin,
vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.
Eyy yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz.
Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.”