Etiket arşivi: Sivas Kongresi

CUMHURİYETİN 100. YILI RAPORU İKİNCİ YÜZYILA GİRERKEN TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI ve TBMM

Ali KARAMUT

“YAŞAMAK KANUNU”

Atatürk, 29 Ekim 1933 günü bakın ne diyor:

“İdeal ele geçince ideal olmaktan çıkar, yaşanır bir şey olur. Bazı şeyler, kanunla, emirle, milletçe omuz omuza boğuştuğunuz halde düzelmezler. Adam fesi atar, şapkayı giyer ama alnında fesin izi vardır. Siz sarıkla gezmeyi yasaklarsınız, kimse sarıkla dolaşmaz. Ama bazı insanlardaki görünmeyen sarıkları yok edemezsiniz. Çünkü onlar zihniyetin içindedir. Zihniyet binlerce yılın birikimidir.
O birikimi bir anda yok edemezsiniz, onunla boğuşursunuz…

Yeni bir zihniyet, yeni bir ahlak yerleştirinceye kadar boğuşursunuz ve sonunda başarılı olursunuz. Önemli olan boğuşmaktan yorulmamak, umutsuzluğa düşmemektir. Milletler böyle ilerler.
Yorulan, umutsuzluğa kapılan yenilir.

Biz biliyoruz ki inandığımız şey doğrudur, yenidir, ileridir. Öyleyse; eskiyi, geriyi, işe yaramazı
mutlaka yeneceğiz demektir. Çünkü ilerlemenin başka çaresi yoktur. Yaşamak kanunu budur”.
[1]

HERKESİN MAYASINDA CUMHURİYET SEVGİSİ OLMALI…

Dünya üzerinde eşi benzeri görülmeyen bir bağımsızlık savaşından sonra Cumhuriyetimiz kurulmuştur. Cumhuriyet sıradan bir rejim değişikliği değildir. “Kültür, Çağ ve Uygarlık” değişimidir. 100. yılını kutladığımız Cumhuriyetimizin temelinde, Mustafa Kemal’in Milli Mücadeleye başlarken, Amasya’da yayınladığı ilk genelgede “Milli İrade” kavramını açıklaması yatar. “Milli İrade” (Ulusal İstenç) sözü bütün insanların eşit yurttaşlık haklarıyla donatılması demektir. Ulusal İstenç bizi yurttaşlık bilincine, Cumhuriyet’e, Laiklik ve Demokrasiye ulaştırır. Müslüman bir toplumda, laik bir düzeni, demokratik siyaset yaşamını gerçekleştirebilmek, benzeri görülmeyen bir devrimdir.

MECLİS KAVRAMI ve GELİŞİMİ

Anayasalar Meclisler ile birlikte ele alınmalıdır. Meclis, sözlük anlamıyla, müzakere eden, görüşen; yani üyeleri bir karara varmak üzere, birbirleriyle belli konular üstünde konuşan kurul/heyettir.

Siyaset Bilimi terimi olarak Meclis, halkı temsil etmek üzere, halk tarafından seçilen kimselerden oluşan, yasa yapan ve devletin önemli işlerine karar veren siyasal bir kuruldur.

Yukarıdaki tanıma göre, bir Meclisin, Parlamento olabilmesi için;

  1. a) Halkı temsil etmek üzere seçilmesi,
  2. b) Yasa koyma ve devlet işlerine karar verme yetkisine sahip siyasal bir kurum niteliğine sahip olması gerekir.

Meclislerin, siyasal bir kurum durumuna gelebilmesi için uzun süre gerekmiştir. Parlamenter sistem, Magna Carta’dan bu yana, Kralın Yasama yani yasa yapma yetkilerini az çok seçimden çıkmış bir parlamentoya devretmek zorunda kaldığı noktada doğmaya başlamıştır. Daha sonraları, kralın buyruğunda çalışan Bakanlar zamanla böyle bir Parlamentoya karşı sorumlu duruma gelmişlerdir.

Parlamenter sistem, yalnız Yasama ve Yürütme organları arasında sorumluluk ilişkisinin doğması ile tam anlamını bulmamış, aynı zamanda yasama organının daha demokratik, daha yaygın bir seçime dayanmasına bağlı olarak gelişmiştir. Bu nedenle ‘’Parlamenter Sistem” kavramı “Demokratik Rejim” kavramı ile birlikte kullanılır olmuştur. Tarihsel süreçte “Parlamenter Demokratik Rejim” gibi tanımlar da sık sık kullanılmaktadır.

Parlamenter sistemin de uygulamada farklılık gösterdiği durumlar bulunmaktadır. Demokratik bir rejimde, bütün yetkileri elinde bulunduran bir parlamentoya dayalı “Meclis Hükümeti” ya da Meclisten ayrı olarak seçilmiş bir yöneticinin ağır bastığı “Başkanlık Sistemi” gibi yönetim biçimleri de olabilmektedir. “Meclis Hükümeti”ne örnek Kuruluş dönemi iken, “Başkanlık Sistemi”ne örnek günümüzde var olan düzene benzer düzendir. Her ne denli bu yeni sistemin adı “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak belirtilse de, Türk tipi bir “Başkanlık Sistemi” kurgusu ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerekir.

Ülkemizde, Anayasal düzen ve parlamentonun 147 yıllık geçmişi vardır. İlk Osmanlı Anayasası olan Kanun-u Esasi 1876’da kabul edildi. Anayasada öngörülen Meclis için seçimler 19 Mart 1877’de yapıldı ve Dolmabahçe Sarayı Büyük Salonu’nda Meclis-i Umumi (Mecis-i Mebusan + Meclis-i Ayan) açıldı. 1878’de kapatılan Osmanlı Meclisi, 1 Ağustos 1908’de yeniden açıldı
(2. Meşrutiyet) ve 16 Mart 1920’de İstanbul’un İngilizlerce işgali ile dağıtıldı. Bundan sonra Kurtuluş Savaşını yönetmek ve yeni devletin temellerini atmak üzere, Ankara’da 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldı. Bu Meclis hem Yasama hem de Yürütme görevini birlikte üstlendi. Meclis Başkanı aynı zamanda hükümetin de başı olarak, yani Başvekil sıfatıyla görev yapıyordu. Büyük Millet Meclisi, açıldığının 2. ikinci günü Mustafa Kemal Paşa’yı Meclis Başkanı olarak seçti. Devletin temellerinin ulusal egemenlik ilkesine dayandığı bir Meclis yapısı söz konusuydu.

Bu siyasal yapının Batı ile Doğu arasında yükselmesi gerekmiştir. Ulusal hakların korunması tezine dayandırılan bu ideolojik hareketin adı Müdafaa-i Hukuk olmuştur. Öğreti (Doktrin) Milli Hâkimiyet / Ulusal Egemenlik öğretisidir. Gerçekleştirme aracı Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetidir. Bu organ bir yandan bağımsız devlet kurmak için girişilen savaşı yönetmiş (İstiklal Harbi), öte yandan gelecekteki devletin siyasal ve hukuksal temellerini atmıştır. Bu bakımdan tam anlamıyla devrimci ve kurucu bir işleve sahip olmuştur. Ulusal egemenlik ilkesi Anadolu devrimcilerince tek olumlu çözüm görülmüştür. Bütün devrim belgelerinde bu ilkeyi görürüz: “Ulusu yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” Seçimin yapılması, Meclisin toplanması zorunludur. Böylece Millet, kendi içinde ve kurtuluşu için örgütlenecektir. Amasya Genelgesinde (22.6.1919), Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararlarında, bütün Müdafaa-i Hukuk dernek ve kurullarının program ve kararlarında bu ilkenin ve uygulamanın istendiğini görmek olanaklıdır.

Müdafaa-i Hukuk ideolojisi yer yer organlaşmış örgütçe benimsenmiş, ilerleyen aşamalarda bu Örgüt bölge kongreleri olarak toplanmış, 3. aşamada ise Sivas Kongresinde tümü birleştirilmiştir. Bu Kongre eylemli bir yasama organı gibi davranmış, bütün ülkeye yaydığı Müdafaa-i Hukuk ideolojisinin gerçekleştirici eli olarak Heyet-i Temsiliye’yi kurmuştur.
Bu son Kurul, eylemli bir Yürütme organı olarak Anadolu’yu yönetmiştir.

Sonraları Büyük Millet Meclisi, kaynağını ulustan alan saygın bir kurum olarak benimsenmiştir. Meclis çalışmaları ve devlet yönetiminde 1921, 1924, 1961 Anayasaları temel oluşturmuştur. Günümüzde pek çok değişikliğe uğramış olmakla birlikte, 1982 Anayasası yürürlüktedir.

Tanzimat’tan beri (1839) laiklik, hukuk devleti, demokrasi ve milli egemenlik kavramları anayasa hareketlerine koşut gelişme göstermiştir. Cumhuriyet rejiminin kabul edilmesi ve daha sonra çok partili dönemin başlaması, bu kavramların yaşama geçirilmesini sağlamıştır.
3 Mart 1924’te Halifelik kaldırılmıştır (3 Devrim Yasası). Sonrasında kabul edilen 1924 Anayasası, Cumhuriyet’in ilk anayasasıdır. Laiklik ilkesi, rejimin temel yapı taşlarından biri olarak 1937’de Anayasa’ya eklenmiştir.

UYRUKLUKTAN YURTTAŞLIĞA GEÇİŞİN AŞAMALARI

1- Osmanlı’dan devralınan kalıt, 1876 Kanun-u Esasi’de Osmanlı Devletinde yaşayan ve devletin egemenliği altında olan kişiler, Padişahın kulu ve tebaasıdır.

2- TBMM Dönemi, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu; “Temel hak ve özgürlükler” konusunda düzenleme içermeyip, salt devletin örgütlenmesiyle ile ilgili hükümler koymuş olduğundan, çağdaş anlamda Anayasa sayılamaz. (AS: 1876 Kanun-u Esasi ile birlikte yürürlüktedir.)

3- 1924 Anayasası ve Sonrası

1924 Anayasası, “Türklerin Kamu Hakları” başlığı altında zamanına göre yeterli sayılabilecek bir içeriğe sahipti. Ancak bu Anayasada yer alan temel hak ve özgürlükler ile ilgili düzenlemelerin ekonomik ve sosyal nitelikten yoksun bir altyapıya sahip olarak sıralandığından, “soyut” kalmaktan öteye geçemediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu anlayış, 1789 Fransız Devrimi’nin özgürlük anlayışını yansıtır. 1789’un “soyut birey” anlayışının yetersizliklerini gidermeye yönelik “somutlaştırma” çabası, “özgün yurttaş” kavramının yaşama geçirilmesiyle gerçekleştirilmiştir:

  1. a) Toplumu çağdaşlaştırmaya yönelik çabalar
    b) Bireyi özgürleştirmeye yönelik çabalar[2]

4- Atatürk yıllar içinde olgunlaşacak siyaset anlayışını 1930’larda Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik olan “6 Ok” ile özetlemişti. Bu, Türkiye’nin gereksinimlerinden kaynaklanan özgün bir tasarımdı. Kendi anlatımıyla “bağımsızlığı karakter” olan benimseyen Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni tam bağımsız kılmayı hedeflemişti.[3]

5 – Çok Partili Döneme Geçiş (1945-1950)

Türkiye’yi yönetenlerin yürekliliği ve kararlılığı, 2. Dünya Paylaşım Savaşı sonrası ekonomik koşulların yarattığı iç birikim ve dış etkenler, Türkiye’yi demokratik yönetimin göstergesi olarak nitelendirilen çok partili yaşama geçiş kararına taşıdı. Henüz ülkenin az gelişmiş yapısı kırılmamış, demokrasinin önündeki engeller kaldırılmamıştı. Yurttaşı bilinçli seçmen kılmaya yönelik Medeni Yasanın, Öğretim Birliği Yasasının, Harf Devrimi ve Millet Mekteplerinin süreği (devamı) niteliğindeki devrimci girişimler, feodal düzenin sürmesini isteyenlerce dirençle karşılanıyordu.

6- Çok Partili Dönem (1950-1960)

Tek partili politik düzen, yerini çok partili sisteme bıraktı. 14 Mayıs 1950’de Adnan Menderes hükümeti kuruldu ve DP iktidar oldu. 1952’de Türkiye NATO’ya üye oldu.
Ülkemiz, “Küçük Amerika” düşleri ile ABD denetimine sokuldu!

7- 1960-1970 Dönemi

Demokrat Parti’nin özgürlükleri sınırlayan hukuk dışı tutumu ve ülkeyi cepheleşmeye götürmesi halkın, örgütlü kesimlerin ve öğrencilerin tepkisine yol açtı. Bu durum, 27 Mayıs 1960’ta
TSK-Asker girişimin temelini oluşturdu. Ordu’nun el atması ile demokratik rejim askıya alındı. Bununla birlikte basının ve üniversitelerin de katkılarıyla, yeni bir demokratik döneme geçiş sağlayan ilerici 1961 Anayasası kabul edildi. Bu Anayasa bireysel hak ve özgürlüklere ilişkin beklentileri karşılıyor, çalışma yaşamını düzenliyor, emeğin sermaye karşısındaki konumunu güçlendiriyordu. Üniversitelerde, TRT’de özerklik geniş ölçüde sağlanmıştı (sırasıyla m.120 ve m.121). 1961 Anayasasının en büyük şanssızlığı, 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi (AS: Devrimi!) sonrası gündeme gelmesi ve bu dönemin ürünü olmasıdır.

8- 1970 -1980 Dönemi

Dünya genelinde 1968 olayları ve sonrası yaşanan toplumsal gerilimler 12 Mart 1971’de TSK’nin Muhtıra vermesine neden oldu. 1973 seçimlerine dek süren ara rejimde 1961 Anayasasında önemli değişikler yapıldı (AS: 35 madde değiştirildi). Değişiklikler, bir tehlike olarak görülen ve gösterilen komünizme karşı, dinsel güçlerin üst yapı tarafından desteklenmesi anlamına geliyordu.

9- 12 Eylül 1980 ve 1990 Dönemi

12 Eylül 1980’de Silahlı Kuvvetler yönetime 3. kez el koydu. Türkiye’de demokrasi askıya alınmış ve siyasal partiler yasaklanmıştı. 1982’de halkoyuna sunulan Anayasa’nın kabul edilmesiyle Kenan Evren Cumhurbaşkanı oldu. 1982 Anayasası Türkiye’nin rejimini yeniden belirlerken “Laiklik” anlayışında köklü değişiklere yol açtı. Ilımlı İslam aşamasına geçildi.
YÖK Yasası bu dönemde çıktı, o zamana ek değiştirilmeyen Siyasal Partiler Yasası
yine bu dönemde kabul edildi.

10- AKP iktidarının kezlerce değiştirdiği Anayasa, 12 Eylül 2010’da halkoylamasıyla çok köklü olarak değiştirildi. Yargının bir cemaat eline terk edildiği (FETÖ!) ve eşlik eden paralel devlet yapılanmasının sağlandığı dönemde Türkiye, dış politikasında da büyük yanlışlar yaptı ve Suriye iç savaşında taraf oldu (2011). İstikrarsızlık arttı. İktidar son yıllarda güvenlik ve dış politikada önceki yanlışlardan bir ölçüde dönmeye başladı. Ancak siyasal çalkantı bitmedi. Dış politikada Türkiye – Rusya ile yakınlaşmasından endişe duyan ABD’nin kışkırtmasıyla 15 Temmuz 2016’da devlet içinde paralel  yapılanmaya giren FETÖ, ABD destekli darbe girişiminde bulundu. Adeta
iç savaş denemesi yapılan ve Batılı ülkelerin perde arkasında yer aldığı bu ciddi kalkışmayı Türkiye neyse ki bütünlüğünü yitirmeden atlattı. Ancak siyasal arenada kargaşa sürdü. Bunun üzerine 16 Nisan 2017’de rejimi kökünden değiştirecek bir halkoylaması gündeme getirildi ve Anayasa bir kez daha değiştirilerek yeni “ucube” hükümet sisteminin önü açıldı. 24 Haziran 2018’de yapılan seçimlerle parlamenter sistem resmen sona erdi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yeni bir TEK ADAM dönemi başlatılmış oldu.[4]

Devlet düzeni oturmuş ülkelerde sıklıkla Anayasanın değişmesi, devletin hukuksal temelini kararsız (istikrarsız) olduğunun göstergesi kabul edilir. Nasıl ki Türk Devrimi aşamalı gerçekleştiyse, karşı devrim de tersine saldırılarla yapılmaktadır. Yeni Anayasa isteyenlerin Cumhuriyetle sorununun olduğu çok açıktır. Ülkemiz son 23 yıldır AKP iktidarı ile yönetilmekte (3 Kasım 2002’den beri). Ne yazık ki bu dönemde Cumhuriyetin kazanımları çok aşınmıştır.

16 Nisan 2017’de yapılan halk oylamasında hukuka aykırı biçimde Anayasa değişikliği yapılmıştır. Halk egemenliğinin tek kişide toplandığı bir “tek adam rejimi” dayatılmış, 1920’den bu yana ulus egemenliğinin temsilcisi olan Meclis-TBMM etkisiz duruma getirilmiş milletvekilleri büyük ölçüde işlevsiz bırakılmıştır. (AS: Bu halkoylamasında yasaya aykırı olarak yaklaşık 2,5 milyon mühürsüz oy geçerli sayılarak sonuç değiştirilmiştir; YOK HÜKMÜNDEDİR!)

Tam bağımsızlık ilkesiyle özgür olacağı düzende; Türk Milleti “egemenlik hakkı”nı yeniden Anayasal çerçevede yetkili organlar eliyle kullanacak; Gazi Meclis kısıtlanan “Yasama” ve yok edilen “Yürütme”yi denetleme yetkisini gene kazanacak; Yürütme denetlenebilir ve hesap verebilir olacak; Yargı bağımsızlığını (ve yansızlığını) kazanacak, adaletin ve demokrasinin güvencesi olacak; “tek kişiye odaklı parti devleti rejimi” son bulacaktır.

Bugün yüz yıllık savaşım ve engellerden sonra Türkiye yeniden Anayasa tartışmalarına tanıklık etmekte. Daha önce yapılan değişiklikler istenen sonucu vermemiş olmalı ki, “yeni Anayasa” arayış gündemdedir. Adeta ikinci bir “Yetmez ama Evet” dayatmasıyla karşı karşıyayız. Darbe Anayasalarından kurtulmak mantıklı görünmekle birlikte, sivil Anayasanın ne denli ilerici olacağı asıl önemli sorundur. Cumhuriyetin temel niteliklerinden sapılmaması zorunludur. Anayasa tarafından temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının yanı sıra, halkın yönetime katılımının (siyasal katılım) tüm yolları açık tutulmalıdır.

Temsili demokrasi aşılarak, katılımcı demokrasi kurulmalıdır. Hukukun üstünlüğü, yasanın üstünlüğü ile karıştırılmaktadır. Hukuk, salt ulusal yasalar bütünü olarak anlaşılırsa, iktidarlar evrensel hukuka aykırı yasaları uygulayarak demokrasi ile birlikte temel hak ve özgürlüklerin genişlemesine engel olurlar.

Yasaların uygulanması hukukun üstünlüğünün sağlandığını ve hukuk devletinin var olduğunu göstermez. Önemli olan yasaların niteliğidir. Evrensel hukuk ilkeleri ile uluslararası sözleşmelere aykırı olan anayasal ve yasal hükümlerin ortadan kaldırılmasıyla hukuk üstün kılınabilir. Kimse, evrensel hukuka aykırı uygulamaları, “yasalar böyle” diyerek savunmamalıdır. Üstünlerin hukukundan çok, emeğe saygılı hukukun üstünlüğü hep egemen olmalıdır.

Günümüz Tek Adam Sisteminde iktidar ve parlamento çoğunluğu örtüşmektedir. Hükümetin katılmadığı bir yasa önerisinin Genel Kurulda görüşülmesi olanaksızdır. Bu durum, Yürütmenin Yasama üzerinde güdümüne (vesayetine) neden olmaktadır. Yasama Komisyonlarının ve milletvekillerinin yasama sürecinde yetkileri İçtüzükle artırılmalıdır.

Yasama organı böyle bir çatışma ortaya çıktığında, hükümetin harekete geçmesini beklemeden soruna el koymalıdır. Anayasamız, yasalarımız Türk ulusunun gereksinimlerine yanıt verip, evrensel hukuk ilkelerini kaynak aldığında hukuk devletine ulaşabiliriz. Önemli olan hukukun biçimsel üstünlüğü değil, hukuk devletinin tümüyle egemen kılınmasıdır. Söz konusu olan “devletin hukuku” değil, “hukukun devleti” olmasıdır.

Cumhuriyetçi düzenin yeniden gerçekleşmesi, Cumhuriyetçi ortak program ve örgütlenmeyle olanaklıdır. Uluslararası toplumun onurlu ve egemen-eşit saygın bir üyesi olabilmek ve orada kalabilmek için, insan haklarını hiçbir koşula ve biçime bağlı kalmaksızın geleceğin temeli sayan bir anayasa, çıkış noktamız ve hedefimiz olmalıdır.

Sonuç Olarak: “Eskimeyen Türkiye”

Türkiye’nin İkinci Yüzyılında birliğe, ilerlemeye, ümide, değişime gereksinimi vardır.

Bugün Dünya “Altı Ok”un uygulama içinde yeniden doğrulandığı bir süreci yaşamaktadır.  Atatürk karşıtlığı ile yola çıkmış olanlar bile, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra, çareyi Atatürk’ün görsellerinde, sözlerinde bulmuştur. Atatürk’ün bu birleştirici gücü, Türkiye’nin geleceğini belirleyecek güçtür. Atatürk’ün düşünleri (fikirleri) hala günceldir ve O’nun kurduğu, kendi deyimiyle “Yeni Türkiye” bu nedenle “Eskimeyen Türkiye”dir. Gelecek geçmişte saklıdır; Türkiye’nin içinde bulunduğu ağır ve çok yönlü karmaşadan kurtulabilmesi için Atatürk’ün, zamanın ruhunu yakalayan ve değişen koşullara göre güncellenen fikirleri ulusal düşünceye rehberlik edecektir.

Bunun da yolu, Mustafa Kemal Atatürk’ün 100 yıl önce vurguladığı gibi “İnkılabın Kanunu mevcut kanunların üstündedir.” Anayasa tartışmalarını bu bilinçle yaparak Cumhuriyet’in ikinci yüzyılını yaşamak, yüreği vatanla atan her Cumhuriyetçinin görevi olmalıdır.

Kaynakça

Aybay, R. (2018).  “Uyrukluktan Yurttaşlığa Geçişin Bazı Temel Haklar Bağlamında İncelenmesi”,
ADD 2023 Türkiye’si Sempozyum Bildirisi, 26-27-28- Nisan 2018, Ankara.
Özdemir, V. (2019). Yenilenen Dünya Eskimeyen Türkiye, Destek Yayınları, İstanbul.
Yaşer, G. G. (2023). “Mücadele Umudu”, Cumhuriyet Gazetesi, s.2, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/mucadele-umudu-gulseven-guven-yaser-2129558, (13 Ekim 2023).

[1] Yaşer, Gülseven Güven (2023), “Mücadele Umudu”, 13 Ekim 2023 tarihli Cumhuriyet Gazetesi.
[2] Aybay, Rona (2018),  ADD 2023 Türkiye’si Sempozyum Bildirisi 26-27-28- Nisan 2018-Ankara
[3] Özdemir Volkan (2019),  Yenilenen Dünya Eskimeyen Türkiye, Destek Yayınları, İstanbul.
[4] Özdemir, V. (2019).

106. Yılında Sivas Kongresi, “Tıbbiyeli Hikmet” ve 9 Eylül 1922

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BA, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli  

www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik   @profsaltik

 

106. Yılında Sivas Kongresi, “Tıbbiyeli Hikmet” ve 9 Eylül 1922

Türkiye’nin “Tam bağımsızlık” dışında bir dış politika seçeneği yoktur. M. Kemal Paşa konuşmalarında gırtlağını yırtarcasına “İstiklal-i tamme!” diye haykırmıştır.

1925-37 arasında 12 yıl kesintisiz Atatürk’ün Dışişleri Bakanlığını yapan bir başka tıbbiyeli Dr. Tevfik Rüştü Aras‘ın ünlü ve işleyen – başarılı olan ilkesini hiç akıldan çıkarmamak gerekir :

  • “Bizim dış politikamız basit ve doğrudur.
    Herkesle dostluk kurmak isteriz. Fakat hiç kimseyle ittifak kurmayız..”

Bu politika ilkesi günümüzde de geçerlidir. Uluslararası İlişkiler profesörü Davutoğlu, 2009-14 arasında Türk Dışişleri politikasında tam bir batağa sürüklemiştir ülkemizi. “Stratejik Derinlik” kitabının karmaşık aktarma kuramları, ne yazık ki Ortadoğu cehenneminde “Stratejik Dehlizlere” dönüşmüş ve Türkiye yalnızlaştırılmıştır.

Başta NATO-AB ve öbür çokuluslu emperyal yapılarca tek yanlı olarak acımasızca ve onur kırıcı biçimde kullanılmaktadır ülkemiz. Obama, Ukrayna için Türkiye’den asker isterken, başımıza bela ettikleri PKK ve IŞİD gibi taşeron bölücü-kanlı örgütlerle
yüz yüze bırakmıştır. NATO’dan çıkalım!

Trump yönetimi, AKP=RTE taşeronuna Ortadoğu’da yeni görevler vermiş,
BOP emrine koşmuştur. 

Dış politikada başarılı olmak için, Doç. Dr. Hüner Tuncer‘in belgesel yapıtı “ATATÜRK’ün DIŞ POLİTİKASI” adlı yapıtın ivedilikle okunmasını dileriz.
Başta Dışbakanı Hakan Fidan tarafından.

***

Sivas Kongresi’nin kahramanlarına bin selam olsun…

Unutulmasın; 30 Ağustos 1922 günün Başkumandanlık Meydan Savaşı’nın kazanılması ve Yunan mevzilerinin çökertilmesi ile savaş bitmemişti.
Başkumandan Mareşal M. Kemal Paşa,


“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, İLERİ!”

komutu vermişti ve Mehmetçik yalın ayak, seller gibi akarak Yunan birliklerini Ege’de, İzmir’de denize dökmüştü.. Afyon ovasından İzmir’e dek yaklaşık 330 km yolu büyük ölçüde yalın ayak kat etmişti!.. Fahrettin Altay Paşa‘nın sınırlı süvari birlikleri dışında. Muazzam süpürme harekatı, 92 yıl önce bugünlerde sürmekteydi. Bu kahramanların emekleri, kan ve canları önünde yerlere dek eğiliyoruz.

Mustafa Kemal Paşa tüm savaşı 8 Eylül 1922’de tamamlamayı öngörmüş ama
bir günlük gecikme ile İzmir 9 Eylül’de düşman işgalinden kurtarılabilmiştir..

İzmir’in Yunan birliklerince işgali 15 Mayıs 1919… Ege’ye dökülmeleri 9 Eylül 1922..
Üç yıl üç ay ve 25 gün süren vahşi, kanlı, acımasız, ırza tecavüz, yağma-talancı işgal
ve çekilirken yakıp-yıkma, demiryolu, köprü ne varsa patlatma, sürüleri tarayıp su kuyularına doldurma dahil… Çok ağır tarihsel bir trajedinin ardından.. Günümüzde
kimi hainler, “Yunan birlikleri kendiliğinden çekildi, biz de 30 Ağustos’u zafer diye kutluyoruz..” savıyla 5. Kol kara propagandası yapıyor.

Mustafa Kemal Paşa‘nın 4 Ekim 1922’de TBMM’de yaptığı konuşmadan :

  • “Milletin yazgısını doğrudan doğruya üstlenerek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin, civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim. Kalbim bu coşkuyla dolu olarak pek aziz ve muhterem arkadaşlarımı bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve istiklâl fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum.”
    (Büyük Zafer hk.4 Ekim 1922 TBMM konuşması, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, 1997; 265).

Dikkat edilirse Atatürk, elde edilen sonucu Meclise, kurmay heyetine, neferinden genelkurmay başkanına dek Türk Ordusuna ve her türlü özveriye katlanan Türk milletine mal etmektedir. Burada kişiliğine çıkarılan pay yalnızca görevini yapmış olmaktan duyduğu mutluluktur. Karşıtıyla, yandaşıyla, cephede savaşanıyla, geri planda eleştireniyle Türk Milletini bir bütün olarak kabul eden bir kaynaştırıcı anlayış görüyoruz. Atatürk, yaptıklarını ulusunun beklentilerini karşılamak olarak gören
bir millet adamıdır. Benliğini (Egosunu) yok etmiştir..

***

Tıbbiyeli Hikmet‘in öyküsüne dönelim…

Cumhuriyet tarihimizde önemli noktalardan olan Sivas Kongresinin toplanmasının 106. yılını kutluyoruz. İşgalci devletlerce saldırıya uğramış, kukla padişah hain-alçak Vahdettin tarafından ordusu dağıtılmış, paylaşılmaya çalışılan Anadolu’da, bağımsızlık düşüncesi ile 19 Mayıs 1919’da Samsun’da ulusal ateşi yakan Ulu önder Mustafa Kemal Paşa, 23 Temmuz 1919’da başlayan Erzurum Kongresi‘nin ardından Sivas’ta daha geniş katılımlı bir kongre düzenlenmesini uygun görür. Katılımcılar arasında gençlerin de bulunmasını ister ve “Gençlerin de görüşlerini de alalım” diyerek gençlere de çağrı yaptırır.

İstanbul Askeri Tıbbiyesi öğrencileri de (o zaman yalnızca İstanbul’da Tıp Okulu bulunduğundan) Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa tarafından vatanın işgalini önlemek için bir kongrenin toplanacağını öğrenince, Sivas Kongresi’ne üç temsilci göndermek için aralarında çalışmaya başlarlar. 3. sınıf öğrencisi Hikmet Bey ve Yusuf Bey (Balkan) temsilci seçilir ve aralarında para toplarlar. Ancak toplanabilen 9,5 lira yalnızca bir kişinin Sivas’a gidebilmesine yetecektir. Bunun üzerine, Hikmet Bey,  aldıkları kararla Sivas Kongresine öğrencileri temsil etmesi için seçilir.

4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi toplanır

Genel bir değerlendirme, ülkenin içinde bulunduğu durum ve neler yapılabileceği tartışılırken Devletin başsız, ordusuz, silahsız oluşu kimilerinde olağan çekinceler
hatta belirsizlik oluşturmakta, işgalci devletlerin güçlü orduları ile karşılaştırıldığında
bu karamsarlık artabilmekte, hatta “Manda(Mandater yönetim) denilen başka bir ülkenin egemenliğini kabul etme yolu bile seçenek olarak konuşulmaktadır. İşte
bu Kongreye İstanbul Tıbbiyesi öğrencilerinin temsilcisi olarak katılan genç Tıbbiyeli Hikmet, ABD veya İngiltere’nin Manda veya Himayesi konusu gündeme geldiğinde
çok şaşırmış ve çok sert bir tepki göstermiştir. (Kimi kaynaklara göre İlk gün ilk oturumlar sırasında, kimi kaynaklara göre 2. gün) Mustafa Kemal‘in de bulunduğu
bir toplantıda, yüksek sesle, tarihe geçecek aşağıdaki görüşleri ifade etmiştir :

  • “Beyler; delegesi bulunduğum Türk gençliği beni buraya bağımsızlık yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemeyiz. Eğer
    manda fikrini kabul edecek olanlar varsa bunları şiddetle reddeder ve kınarız.
    Eğer
    Manda fikrini kabul ederseniz sizleri hain ilan ederiz.” 

Heyecanla konuşmasını tamamlamış ve ardından Mustafa Kemal’e dönerek aynı coşku ve kararlılıkla:

“Paşam siz de Manda fikrini kabul ederseniz, sizi de reddederiz. Mustafa Kemal’i 
vatan kurtarıcısı olarak değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve lanetleriz.” demiştir.

Kongreye katılanların bu kararlı itiraz karşısında şaşkın ve Mustafa Kemal’in tepkisini merak ettiği ortamda Mustafa Kemal Paşa Tıbbiyeli gencin onurlu duruşunu çok beğenir, mutlu olmuştur (kimi kaynaklarda alnından öper) ve hemen o ünlü yanıtı verir :

  • “ Evlat içiniz rahat olsun. Biz azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz.
    Manda da yok, himaye de yok. Parolamız tektir ve değişmez :

    Ya istiklal ya ölüm!..”
    Kimi kaynaklarda temsilcilere dönerek;

    “Beyler gördünüz mü? Muhtaç olunan kudret, gençliğin asil kanında zaten mevcut.” deyip, sonra Tıbbiyeli Hikmet‘i alnından öper ve
     
  • Gençler, vatanın bütün umut ve geleceği size, genç kuşakların anlayış ve enerjisine bağlanmıştır.” 

Kongrede söylenen bu sözler, daha sonra Ulu Önderin Büyük Söylev‘i sonunda
1927 Ekim’inde, 

  • “… Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur. “
    olarak tüm gençliğe yol gösterici olmuştur.

İşte O Hikmet bey, 1901’de Balıkesir’in Giresun (Kerasus), sonraki adıyla Savaştepe bucağında doğmuştur. Posta-Telgraf memurlarından Hakkı Bey’in oğludur. Hikmet Bey, İstanbul’da 1919’da İstanbul Askeri Tıp Okulu’nda okumaktadır. Sivas Kongresi’nin delegesi Hikmet Bey, Askeri-sivil bütün öğrenciler, gençler adına Sivas Kongresine katılan Tıp Öğrencisi Hikmet Bey, ülkesini seven bir Türk gencinin nasıl olması gerektiğini göstermiş, sorumluluk bilinci konusunda örnek olmuştur. O günün koşullarında kaynak ve dökümlerin çok zayıf olduğu o döneme ilişkin çok bilgi ve belge olmamakla birlikte, eldeki çeşitli kaynaklarda çok etkili bilgiler göze çarpmaktadır.
Yıllar sonra Mustafa Kemal Paşa yakınındakilere ve Meclis İdarecilerine;

Bize Sivas Kongresi’nde çok güzel yol gösteren Tıbbiyeli genç vardı, O’nu bulun, Mebus yapalım, vatana hizmet eder..” der. Ancak yeterince yapılmayan araştırmalarda (kimi kayıtlarda) O Giresun’lu, Giresun vekillikleri dolu” denir. Oysa O, Giresun
(ya da Kiresun), Karadeniz’deki değil, Balıkesir’in ilçesi (o zaman bucağı) Giresun’dur. Konu daha sonra Mustafa Kemal‘e ulaşınca “2 tane Giresun olmaz, burası savaşın yapıldığı tepe, adı Savaştepe olsun..” der ve M. Kemal Atatürk’ün takdir ve teklifleri ile 10 Ekim 1934’te TBMM’de adı “Savaştepe” olarak değiştirilir.

Bir başka kaynakta M. Kemal’in buyrumu (talimatı) üzerine, mebus yapılmak üzere araştırıldığı, ancak bulunamayınca “ölmüş” dendiği, Mustafa Kemal‘in çok üzüldüğü ancak o sırada Anadolu’da askeri hastanede (kimi kayıtlarda Yalova’da) Albay rütbesi ile başhekimlik yaptığı belirtilmektedir. (Mazhar Müfit KANSU).

Bir başka kaynakta değişik  dönemde Mustafa Kemal‘in milletvekilliği önerisi gönderdiği, bu öneri üzerine “Paşamın ellerinden öperim” deyip “Kendisine söyleyin, burada ülkeme daha yararlı oluyorum.” dediği yazılıdır. Bu yanıt kendisine aktarıldığı zaman Mustafa Kemal’in gururla ve keyifle gülümseyerek “Ben o değerli çocuktan böyle bir cevap bekliyordum.” dediği de aktarılmaktadır. (Toktamış ATEŞ, Cumhuriyet 4 Eylül 1999)

Mustafa Kemal’e bir toplantıda Söylev‘in sonundaki o ünlü sözüne göndermeyle
Koca ülkeyi gençlere nasıl emanet  ettiniz Paşam?” diye sorulur. M. Kemal Paşa
bu soruya çok güzel bir yanıt verir :

  • “Ben Milli Mücadele’ye çıktığımda ordunun da halini gördüm, saltanatın da.
    Bir de bağımsızlık ışığı gözünden parlayan Dr. Hikmet’i.”

Cumhuriyetin ilanından sonra “BORAN” soyadını alır. Öğrenciliğinde ve izleyen yıllarda tatillerde Savaştepe’ye sık sık geldiği, kaldığı bilinmektedir. Alçakgönüllü kişiliği ile
öne çıkmayı istemediği, özveriyle çalıştığı, Atatürk‘ü çok sevdiği halde yurt gezilerinde yakın illere geleceğini öğrenince izine ayrıldığı, yanına yaklaşmak yerine görünmeden uzaktan dinlemeyi, izlemeyi yeğlediği bilinmektedir. 46 yaşında veremden ölür.
Ölümüne neden olan Verem hastalığına da Tabip Yarbay olarak Sarıkamış’ta görevliyken soğuk ve kara karşın özverili çalışması, karda zorda kalan askerlere ulaşmaya çalışırken ciğerlerini üşütmesi (zatürre) nedeniyle yakalandığı belirtilmektedir. 1945’te ölen Hikmet BORAN’ın mezarı Karacaahmet Şehitliğindedir.

Oğlu 2012’te yitirdiğimiz ünlü  sanatçı, sunucu Orhan BORAN, torunu da Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Burak Orhan BORAN’dır. Vatan ve bağımsızlık sevdalısı Hikmet Bey’in Sivas Kongresi’ndeki bağımsızlık haykırışının günümüz ülke gençlerine örnek olması, gençlerin yaşadıkları ülke ve dünya gerçeklerinden kopuk, gelişmelere ilgisiz kalmak yerine sorumluluk bilinci ve vatan sevgisi ile yetişmeleri konusunda fikir vermesi nedeniyle Savaştepe’de Tıbbiyeli Hikmet anıtı dikildi. Savaştepe’deki Tıbbiyeli Hikmet anıtı, 14 Mart Tıp Haftası etkinlikleri kapsamında
Mart 2017’de dikilmiştir. Balıkesir Tabip Odasınca yaptırılan anıt, Savaştepe Ceylan Park’tadır. Anıtın açılışı, Tıbbiyeli Hikmet Boran’ın torunu Dr. Burak Boran’ın da katıldığı törenle gerçekleştirilmiştir.

Balıkesir'de Tıbbiyeli Dr. Hikmet Boran Anıtı Açıldı « Balıkesir Haber Ajansı

Bu genç Tıbbiyeli bilinci hep örnek olmalı, yol göstermeli, her koşul ve durumda,
sıcak işgaller olsa bile Vatanın bağımsızlığı için savaşım (mücadele) gerektiği, bu ülkenin böyle kazanıldığı beleklerde yer etmelidir. Ulusal tarih bilinci stratejik önemdedir ve genç kuşaklara kazandırılmalıdır.

106. yılında başta kurtarıcımız Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, Sivas Kongresine katılıp, “ya istiklal ya ölüm” kararı alıp bunu değişmez tek parola yapanları ve Tıbbiyeli Hikmet’i şükran ve rahmetle anıyoruz.

“Tıbbiyeli Hikmet” ile övünüyoruz ve o geleneği yaşatmaya çabalıyoruz.
***

Ulusların yaşam hakkı en temel hukuk ilkesi

Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya Genelgesinde (22.6.1919) haykırdığı üzere;

  • Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” öyle de olmuştur.

Türkiye, AKP=RTE taşeron iktidarının ülkemizi içine soktuğu karanlığı da aynı azim ve kararlılıkla, ulusun öz gücüyle mutlaka yırtacaktır.
***
https://x.com/profsaltik/status/1963560001567354895

CHP’nin 100. yılı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
11 Eylül 2023 Cumhuriyet

 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin kökeni, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne dayanır.

Bu cemiyet 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde gerçekleşen Sivas Kongresi’nde kurulmuştur. Kurucusu ve lideri Mustafa Kemal Atatürk’tür.

  • Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti,
    Kurtuluş Savaşı’nı, halkın egemenliği ilkesi üzerinden yürüten siyasi örgütlenmedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin de katkılarıyla, 23 Nisan 1920’de kuruldu. Saltanat, yani padişahlık, 1 Kasım 1922’de TBMM tarafından kaldırıldı.

CHP, bir siyasal parti olarak, 9 Eylül 1923’te kuruldu.

CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisidir.

Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’te, CHP’nin kuruluşundan yaklaşık yedi hafta sonra kuruldu.

1920’lerdeki, 1930’lardaki ve 1940’lardaki CHP iktidarında büyük devrimler gerçekleştirildi.

3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı, bilimsel eğitim sisteminin temeli olan Öğretim Birliği Kanunu kabul edildi.

17 Şubat 1926’da, kadın ve erkek eşitliği dahil, birçok özgürlüğün hukuk tarafından güvence altına alınmasını sağlayan Medeni Kanun kabul edildi.

15 Ekim 1927’deki CHP Kurultayı’nda;

cumhuriyetçilik,
halkçılık,
laiklik ve milliyetçilik ilkeleri,

10 Mayıs 1931’deki CHP Kurultayı’nda,

devletçilik ve devrimcilik ilkeleri,

parti programındaki temel ilkeler olarak kabul edildi.

Devletin dini İslamdır” ifadesi 10 Nisan 1928’de anayasadan çıkarıldı. Böylece devletin dinselleşmesinin önlenmesi ve din konusunun vatandaşların özgür iradesine bırakılması yolunda bir adım daha atıldı.

5 Aralık 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı.

5 Şubat 1937’de laiklik ilkesi anayasa maddesi haline geldi.

1920’li yılların başından 1940’lı yılların sonuna dek, köylünün ve çiftçinin toprak sahibi olmasını sağlayan, toprak reformu olarak da bilinen düzenlemeler gerçekleşti.

Halkın eğitimde, teoriyle pratiği (kuram ve uygulamayı) bütünleştirmesini ve köy ilkokullarına öğretmen yetiştirilmesini sağlayan Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta kuruldu.

Çok partili serbest seçimli sisteme, 14 Mayıs 1950’de geçildi.
***
CHP muhalefette olduğu dönemde de uzun yıllar devrimci ruhunu korudu.

14 Ocak 1959’da CHP Kurultayı’nda kabul edilen “İlk Hedefler Beyannamesi” ile kişi hak ve özgürlükleri konusundaki temel ilkeler geliştirildi. Bunlar, Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası olarak bilinen 27 Mayıs 1961 Anayasası’nda yer aldı.

CHP, 29 Temmuz 1965’te ortanın solunda yer aldığını, devletçilik ve halkçılık ilkelerinin ortanın solu anlamına geldiğini açıkladı.

CHP 27 Kasım 1976’daki Kurultay’da demokratik sol ve sosyal demokrat ilkeleri de parti programına ekledi ve Sosyalist Enternasyonel’e üye oldu.
***
CHP, çok partili serbest seçimli düzene geçildikten sonra, 1950 seçimlerinde %39, 1954 seçimlerinde % 35, 1957 seçimlerinde %41, 1961 seçimlerinde %37, 1973 seçimlerinde %33, 1977 seçimlerinde %41 oy aldı.

CHP, parti içi demokrasi sürecini işlettiği ve partinin ilkelerine ve kurumsal kimliğine sahip çıktığı yıllarda, ender olarak %30’un altında oy aldı.

1973 ve 1977 yılında CHP, 1. parti olarak hükümet kurdu.

CHP 12 Eylül askeri darbesi tarafından 1981 yılında kapatıldı.

CHP’nin oyları, 1992 yılında yeniden açıldığından beri %26’nın üzerine çıkmadı. Bu aynı zamanda,
– CHP’de parti içi demokrasinin rafa kaldırıldığı ve
– partinin kendi kurumsal kimliğinden ve ilkelerinden uzaklaştığı

dönemdir.

CHP’nin kuruluşunun 100. yılında alınacak ders bellidir.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

CHP’nin 100. yılı11 Eylül 2023
Politika nedir?4 Eylül 2023

Aydın nefreti

Anasayfa - Prof. Dr. Can CEYLAN
Prof. Dr. Can CEYLAN
03 Ağustos 2023, Cumhuriyet

 

  • “Bir memleketteki azınlık, eğer menfaatini çoğunluğun cehaletinde ararsa umumi felaket muhakkaktır.” Atatürk, 1923

Kurtuluş ve Kuruluş yıllarında, okulu olan köylerin parmakla gösterildiği, nüfusun %90’dan çoğunun okuma-yazma bilmediği bir coğrafyadan bugünlere geldik.

Gönül, okul sayısının artması, eğitimin yaygınlaşması ve aydınlarımızın çoğalması ile hedeflenen noktaların daha da ötesinde olduğumuzu söyleyebilmeyi çok isterdi.

Ancak, nicelik nitelikle birleşmediğinde, kötücül odakların sinsi planları devrede olduğunda; bunun olası olmadığını deneyimlemek suretiyle (yoluyla) bugünleri görme gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Başa dönecek olursak; söz konusu yıllarda ülkenin kalkınabilmesi için, öncelikle cehalet ve eğitimsizliğe karşı savaşım verilmesi yadsınamaz bir gereklilik olarak ortaya çıkmıştı.

CEHALETLE SAVAŞ

Mustafa Kemal’in, Cumhuriyet henüz ilan edilmemişken 1921’de Ankara’da “Maarif Kongresi” düzenlemesi de bu eksikliğin bir an önce giderilmesi kaygısından kaynaklanıyordu. Osmanlı döneminde yüz yıllarca, padişaha kulluk ederek yaşamaya alışan ya da alıştırılan kuşakların, eğitimli bireyler durumuna getirilmesi, günümüz koşullarına göre kuşkusuz çok daha zordu. Kaldı ki; kısıtlı eğitimin toplumun dinsel ögelere dayalı, evrensel değerlerden uzak medrese eğitimi ile veriliyor olması, halkın prangalarından kurtulması için gerekli çağdaş eğitim atılımını daha da çetrefilli bir çembere sokuyordu.

Koşullar ne denli zor olursa olsun, bu açmaz; en yakın dava-silah arkadaşlarının bile, Kurtuluş için manda altına girmekten başka seçenek olmadığını düşündüğü zor yıllarda, bunu Sivas Kongresi’nde kesin bir dille reddeden Mustafa Kemal gibi bir deha için olanaksız değildi. Bu çerçevede “Tevhidi Tedrisat Kanunu”, Dil Devrimi, medreselerin, tekke-türbe ve zaviyelerin kapatılması; Mustafa Necati, Dr. Reşit Galip, İsmail Hakkı Tonguç, Hasan Âli Yücel gibi öncü eğitim neferleri; yurt dışından getirilen Prof. Kühne, Prof. Malche gibi eğitim danışmanları, millet mektepleri, halk odaları, Halkevleri ve sonrasında açılan Köy Enstitüleri; hep halkı, kitlendiği çağdışı çıkmazlardan kurtararak çağdaş düzeylere getirme çabalarının sonucu olarak yaşama geçirilmişti.

Öyleyse, bu denli önemli eğitim devrimleri ile üst düzeylere getirilen ülke ve toplum, nasıl oldu da günümüzde, en az baştaki karanlık yıllar ölçüsünde olumsuz noktalara sürüklendi. Gerçekte geçmişte de çağdaş eğitim modelleri; “fuhuş yuvası olma”, “kökü dışarıda olma” gibi us dışı suçlamalarla, dinsel ögelere dayalı, evrensel ilkelerden uzak medrese modellerine geri dönülmesi, kız çocuklarının eğitim kulvarında (yolağında) yer almaması biçiminde gerici yaklaşımlarla sekteye uğratılmaya çalışılmış ve bunda da büyük ölçüde başarılı olunmuştu.

Aydınlarımız, gazetecilerimiz, akademisyenlerimiz, öğretmenlerimiz bu süreçte kimi zaman sürgün yiyerek, meslekten çıkarılarak, darbeci-terörist yaftası yiyerek, mahkeme kapılarında aklanmaya çalışarak, cezaevlerinde gün sayarak ve kimi zaman da yurtsever duruşlarının bedelini canları ile ödeyerek bu suçlama ve saldırılardan paylarını almışlardır.

Geldiğimiz son noktada, siyasal parti önderlerinin anti-demokratik (demokrasi karşıtı) yaklaşımları, Kuruluş ilkelerinden uzaklaşılması, siyasal kadrolara gerçek yurtsever aydınlar yerine, önemli ölçüde aydın kisvesine bürünmüş, koltuk ve çıkar peşinde koşan parti yöneticileri ve milletvekillerinin dadanması; toplumsal yozlaşmanın doğruya evrilmesinin ve düze çıkılmasının önünde, örseleyici engeller olarak tüm çıplaklığıyla durmaktadır.

CHP’nin onurlu tarihi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

CHP, 9 Eylül 1923’te kuruldu. CHP’nin kökeni, 7 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde kurulan ve emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. İki örgütün de kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk’tür.

TBMM 23 Nisan 1920’de, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin katkılarıyla da kuruldu. Saltanat, yani padişahlık, 1 Kasım 1922’de TBMM tarafından kaldırıldı.

  • CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisidir.

Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’te, CHP’nin kuruluşundan yaklaşık yedi hafta sonra kuruldu.

3 Mart 1924’te Halifeliğin kaldırılması ve bilimsel eğitim sisteminin temeli olan Öğretim Birliği Kanunu’nun kabul edilmesi, CHP’nin öncülüğünde gerçekleşti.

Kadının ve erkeğin hukuk önünde eşit kılınması dahil, birçok özgürlüğün hukuk tarafından güvence altına alınmasını sağlayan Medeni Kanun, 17 Şubat 1926’da CHP’nin öncülüğünde kabul edildi. (AS: 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi..)

CHP 15 Ekim 1927’deki Kurultay’da,

  • Cumhuriyetçilik
  • Halkçılık
  • Laiklik
  • Milliyetçilik

ilkelerini, 10 Mayıs 1931’deki Kurultay’da,

  • Devletçilik
  • Devrimcilik

ilkelerini, parti programındaki temel ilkeleri olarak kabul etti.

Devletin dini İslamdır ifadesi 10 Nisan 1928’de, CHP’nin öncülüğünde anayasadan çıkarıldı ve böylece devletin dinselleşmesinin önlenmesi, laikliğin uygulanması ve din konusunun vatandaşların özgür iradesine bırakılması yolunda bir adım daha atıldı.

5 Aralık 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı, CHP’nin öncülüğünde tanındı.

5 Şubat 1937’de laiklik ilkesi, CHP’nin öncülüğünde anayasa maddesi haline geldi.
***
1920’li, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda, köylünün ve çiftçinin toprak sahibi olmasını sağlayan, toprak reformu olarak da bilinen düzenlemeler, CHP’nin öncülüğünde gerçekleşti.

Halkın eğitimde, teoriyle pratiği (kuram ve uygulamayı) bütünleştirmesini ve köy ilkokullarına öğretmen yetiştirilmesini sağlayan Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta CHP’nin öncülüğünde kuruldu.

Çok partili serbest seçimli sisteme, 14 Mayıs 1950’de CHP’nin öncülüğünde, CHP iktidarında geçildi.

14 Ocak 1959’da CHP Kurultayı’nda kabul edilen İlk Hedefler Beyannamesi ile kişi hak ve özgürlükleri konusundaki temel ilkeler geliştirildi. Bunlar, Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası olarak bilinen 27 Mayıs 1961 Anayasası’nda yer aldı.

CHP, 29 Temmuz 1965’te ortanın solunda yer aldığını, devletçilik ve halkçılık ilkelerinin ortanın solu anlamına geldiğini açıkladı.

CHP 27 Kasım 1976’daki Kurultay’da demokratik sol ve sosyal demokrat ilkeleri de parti programına ekledi ve Sosyalist Enternasyonel’e üye oldu.
***

  • CHP, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki statükoyu, yani monarşiyi, teokrasiyi
    ve feodalizmi yıkan, devrimci bir partidir.

CHP aynı zamanda, kapitalizmin yol açtığı ekonomik ve sosyal adaletsizlikleri asgari düzeye çekmek için mücadele veren merkez sol bir partidir.

CHP, çok partili serbest seçimli düzene geçildikten sonra, 1950’li, 1960’lı ve 1970’li yıllarda, kimi seçimleri yitirmiş olsa da, 1992’den sonra aldığı oyların çok üzerinde oy alan bir siyasal partidir. CHP 1950 seçimlerinde % 39, 1954 seçimlerinde % 35, 1957 seçimlerinde % 41, 1961 seçimlerinde % 37, 1973 seçimlerinde % 33, 1977 seçimlerinde % 41 oy almıştır.

CHP 1992 yılında yeniden açıldığından beri, %26’nın üzerine çıkamamıştır!

AKP iktidarının, CHP’nin tarihine yönelik iftiralarla ve yalanlarla seçim kampanyası yürütme hazırlıkları yaptığı bir dönemde, CHP yönetiminin ve CHP üyelerinin, bu olguların ışığında hareket etmesi gerekir.

CHP, AKP’nin gölgesinde siyaset yaparak, İslamcıların, neoliberallerin ve ikinci cumhuriyetçilerin söylemleri üzerinden, kendi tarihini çarpıtarak ve inkâr ederek (yadsıyarak) seçim kazanamaz.

CHP yönetimi, örgütünü harekete geçirmek, seçmen tabanının başka partilere kaymasını önlemek ve oyunu daha da yükseltmek istiyorsa; tarihine, kurumsal kimliğine, ilkelerine sahip çıkmalıdır, halka gerçekleri anlatmalıdır.

Günümüzdeki başarısızlıkların üzeri, geçmişteki başarılar yok sayılarak örtülemez.

“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” PAROLASINI DEĞİŞTİRMENİN SONU: ESARET…

Lütfü Kırayoğlu 
Yurttaş. 
15.01.2023

  • “Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!”
    M. Kemal Atatürk, Sivas Kongresi, 9 Eylül 1919

Atatürkçü Düşün Dergisi‘nin Ekim-Kasım-Aralık aylarına ilişkin 149. sayısını gecikmeli olarak sağlayabildim. Cumhuriyetimizin 100. Yıl Özel Sayısı olarak yayınlanan dergide çok katılamadığım kimi değerlendirmeler yanında önemli yazılar da var. Derginin 10. sayfasında yer alan yazının başlığı beni oldukça şaşırttı ve ürküttü. CHP Parti Meclisi Üyesi ve Kadın Kolları Genel Başkanı sıfatı ile yayınlanan yazının başlığı “Ya İstiklâl, Ya Esaret”. Yazının ilk paragrafı Halide Edip Adıvar’ın 23 Mayıs 1919 günü İstanbul Sultanahmet Meydanında yaptığı ünlü konuşmanın sonunda alanda toplananlara yaptırdığı yemini anlatıyor. Yazar paragrafı şu tümce ile tamamlıyor:

  • “Bu yeminin özünde, ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu şiarı vardır: Ya istiklâl ya ölüm!

ADD’nin temel ideolojik dergisine yazılan bir yazıya bu paragrafla giriliyorsa yazının “Ya İstiklâl, Ya Esaret” biçimindeki başlığını nasıl açıklayacağız? Yazı eğer uzun yıllardır yaşanan aymazlıkları görmezden gelen, dahası savunanları uyarmak, bu uyarılar sonunda kendine gelmeyenlerin varacağı yere dikkat çekmek amacıyla yazılsaydı, böyle bir başlığı anlayabilirdik. Ne acıdır ki, yazının en son paragrafı ve ana düşününü (fikrini) özetleyen bölümü kendini ve Türk kadınını kapsayan şu tümcelerle sona eriyor: “Biz kadınlar, Cumhuriyetimizin ilke ve devrimlerinden asla vazgeçmeyeceğiz. Karşı devrimcileri ilk seçimde sandığa gömeceğiz. Ya istiklâl ya esaret!

Yazının başlığından ve son paragrafından anlaşılacağı gibi günümüz kadınına bağımsızlık ya da esaret gösterilmektedir. Yüz yıl önceki gibi ölüm pahasına bağımsızlık artık rafa kalkmıştır. İnebolu’dan Anadolu’nun bağrına uzanan “İstiklal Yolunda” cepheye mermi taşıyan Türk kadınının, Kara Fatmaların, Şerife Bacıların, Nezahat Onbaşıların, Makbule Efelerin ya da yakın geçmişte şehit verdiğimiz Bahriye Üçokların ölümü göze almaları gitmiş, yerini tutsaklığı (esareti) kabulleniverme almıştır. Öyle mi?

Ulusal Kurtuluş Savaşımıza yön veren TAM BAĞIMSIZLIK ilkesinin parolası durumuna gelen “YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM!” sözünün en vurucu biçimde gündeme gelmesi 4 Eylül 1919’da başlayan Sivas Kongresidir. Sivas Kongresi’nde, 9 Eylül 1919 gecesi kürsüye çıkan Tıbbiye Öğrencilerinin Temsilcisi Hikmet Boran (Orhan Boran’ın babası) Mustafa Kemal Paşa’ya seslenerek :

  • “Paşam temsilcisi bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz (kınarız). Farz-ı mahal (varsayalım ki), manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz).” demiştir.

    Bu sözler kongre salonunu bir anda coşturmuş ve Mustafa Kemal Paşa, yanıt olarak şu tarihsel sözleri söylemiştir:

  • “Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır… Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı
    kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez:
    Ya istikâl, ya ölüm!

Bu sözlerden apaçık görüldüğü üzere, Mustafa Kemal Atatürk’ün “tektir ve değişmez” dediği gibi parola “Ya İstiklâl Ya Ölüm!”dür. Nitekim günümüzde de neredeyse her gün ülkemizin bağımsızlığı uğruna canını veren evlatlarımızın al bayrağa sarılı bedenleri yurdun 4 köşesinde toprağa verilmektedir.

Söz konusu dergide en çelişik yön ise, bendeniz tarafından kaleme alınan

  • “DEVRİMİN ÖLDÜRÜLMESİNE İZİN VERİRSENİZ İÇİNİZDEKİ DEVRİMCİ DE ÖLÜR…”

başlıklı yazının son paragrafının birebir şu tümcelerle sona eriyor olmasıdır:

Atatürk, “Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” diyerek yola çıkmıştı. Mustafa Kemal Paşa’yı etkileyen Fransız devrimcileri 10 Ağustos 1792 sonrası Mecliste şöyle yemin ediyorlardı: “Millet adına bütün gücümle hürriyet ve eşitliği korumaya yahut ölmeye yemin ederim“. İşte bugün, Türk ulusunun temsilcileri, Mecliste 12 Eylül’cülerin karmaşık yemini yerine, Atatürk’ün kısa ve özlü yeminini etmeliler ve gerektiğinde Türk ulusuna hesap vermeliler.

Unutmayın..!

Ulusal bağımsızlık ancak böyle korunur…

Ne dersiniz? Unutkanlık Atatürk’ün partisini kemirmeye devam mı ediyor?

Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” parolasını değiştirmenin sonu kaçınılmaz olarak tutsaklığı kabullenmektir.

Ali Babacan ve 6’lı masa

Barış DosterBarış Doster
07 Ocak 2023 Cumhuriyet

Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) Genel Başkanı Ali Babacan’ın, Habertürk’te Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında söylediklerinin yankıları sürüyor. Babacan’ın Türk vatandaşlığı, Türk kimliği, Devrim Kanunları, anadilde eğitim, cemaat ve tarikatlar için yasallık türünden sözleri yeni değil. Babacan’a özgü de değil üstelik. Babacan’ın eski partisinde de ana muhalefet partisinde de diğer partilerde de böyle düşünen çok kişi var. Daha genel ölçekte liberallerin, din tacirlerinin, inanç hortumcularının, iman bankerlerinin, büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’le, Cumhuriyetle, ulus devletle, ulusal kimlikle, yurttaşlıkla sorunu olan etnikçilerin, mezhepçilerin, numaracı cumhuriyetçilerin Babacan gibi düşündüğünü biliyoruz. Babacan bu bağlamda, Osmanlı’daki Ahrar Fırkası’nın, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin günümüzdeki devamı niteliğinde. Şaşırmamalıyız…

Abdullah Gül’ün desteğini arkalamış, Londra tefecilerinin gözüne girmiş, New York bankerlerinden aferin almış, küresel finans çevreleriyle iyi ilişkiler kurmuş, 1 Mart tezkeresi öncesinde, dönemin ABD Başkanı Bush’la, Amerikalıların aşağılayıcı benzetmesiyle “at pazarlığı” yapmış bir isim Babacan. Partisini kurduktan sonra, önceki partisini (AKP) kıyasıya eleştiren ama AKP hükümetlerinde dışişleri bakanlığı, ekonomi bakanlığı, başbakan yardımcılığı yaptığını unutan, o dönemki icraatlarına, sorumluluklarına ilişkin tutarlı, samimi, inandırıcı bir özeleştiri vermeyen bir isim Babacan. Böylesi bir özeleştirinin sadece siyasi bir zorunluluk değil, aynı zamanda ahlaki bir sorumluluk olduğunu bilmeyen bir isim Babacan.

CHP VE İYİ PARTİ’NİN SESSİZLİĞİ

Asıl şunları soralım :

Babacan’ın bu sözlerine, savaş meydanlarında kurulmuş, Manda ve himayeye hayır denilen Sivas Kongresi’ni (1919) 1. kurultayı kabul etmiş, devlet kurmuş, Atatürk’ün partisi olarak tarihe geçmiş, ana muhalefet partisi CHP’den de Türkçü, milliyetçi, Ülkücü gelenekten isimler öncülüğünde kurulan İYİ Parti’den de sert tepkiler gelmedi.

Biliyoruz, CHP içinde Babacan gibi düşünen, partiye etnikçi, mezhepçi, liberal, ikinci cumhuriyetçi, siyasal İslamcı kota, kontenjan ve kompartımanlar sayesinde eklemlenen çok isim var. Etkili konumdalar üstelik. Peki ya parti tabanı niçin sessiz? Seçimler öncesinde genel başkanla ters düşmek istemeyen ve yeniden seçilmenin hesabını yapan milletvekillerini biliyoruz da peki ya parti örgütünün sessizliği?

Biliyoruz, İYİ Parti genel başkanı, son aylarda sıklıkla, Jön Türklerin, İttihatçıların sloganı olan Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” sloganını kullanıyor. Peki, aynı zamanda Cumhuriyet tarihi doktoralı bir bilim insanı olan İYİ Parti lideri, niçin Babacan’a şöyle okkalı bir Cumhuriyet tarihi dersi vermiyor?

  • Sıkça yineliyoruz:
  • CHP genel başkanı, 6’lı masayı bir arada tutmak için harcadığı enerjinin onda birini, partisini büyütmek için harcamıyor.
  • “Aman 6’lı masa dağılmasın” endişesi, CHP ve İYİ Parti yöneticilerinin elini, kolunu bağlıyor.

Peki, CHP ve İYİ Parti yöneticileri, henüz rüştünü ispat etmemiş, seçime girmemiş, en küçük bir siyasi özeleştiri vermemiş Babacan’ın niçin, kendileriyle aynı hassasiyeti, aynı endişeyi taşımadığını, bu ipe sapa gelmez lafları, neye güvenerek söylediğini sorgulamıyorlar mı?

CHP ve İYİ Parti’nin yönetimleri, “Aman 6’lı masa dağılmasın” diyorlar da Babacan, “Birkaç ay sonra seçim var. CHP listelerinde yer alabilirim. CHP tabanından oy isteyebilirim. CHP’lileri kızdırmayayım” kaygısı taşımıyor mu? Bu cesareti kimden alıyor? Montrö konusunda çok haklı ve isabetli hassasiyetlerini kamuoyuyla paylaşan 104 amiralin bildirisi  için “zevzeklik” diyen Akşener, Babacan’ın bu saçma sözleri için, son haftaların moda sözcüğüyle “ahmaklık” demeyi düşünüyor mu?

Yukarıdaki soruların yanıtını bilemeyiz.

Fakat bildiğimiz o ki siyasetçiler ideolojik berraklıktan, politik tutarlılıktan, kavramsal bilinçten yoksun olunca ve zamanında gereken tavrı almayınca inandırıcı olamıyor, umut ve güven vermiyorlar. O nedenle sürekli yalpalıyorlar. Bu yüzden Babacan ve saz arkadaşlarına gereken tepkiyi ülkemizin gerçek Cumhuriyetçileri, Atatürkçüleri, devrimcileri, yurtseverleri, ulusalcıları, solcuları veriyor.

Siyasal münavebe zamanı

GÜNCEL08.09.2022, BİRGÜN

‘Kumpas, istikşaf, iltisak, köstebek‘, yazılacak siyasal tarihin AKP iktidarı dönemine ilişkin kilit kavramları. Hükümet ve yönetim, sorumluluğunu örtbas etmek için genellikle Türkçe olmayan sözcükler kullanır AKP. İktidarın eldeğiştirmesi anlamında ‘siyasal münavebe(alternance politique) ise, AKP söylem ve yazınına yabancı. Oysa siyasal münavebe (SM), demokrasinin kilit kavramı.

Demokratik toplum ve siyaset, çoğunluğu elinde tutan siyasal partilerin seçimler sonucu azınlığa düşmesi ve başka partilerin çoğunluğu elde etme yollarının sürekli açık tutulmasını gerekli kılar. Bu yolun açık tutulması, yönetimin de meşruluk ölçütü.

SM SENDROMU

Siyasal münavebe (SM) yollarını tıkama yönünde 2007 seçimleri sonrasında görünür hale gelen AKP eğilimi, 2011 seçimleri sonrası sürdü. Buna karşın, 2015 seçimlerinde çoğunluğu yitirince, SM’yi önlemek için ahlak ve Anayasa dışı yollarla seçimleri yineledi (1 Kasım).

2017 Anayasa kurgusu ve partinin başına yeniden geçmesi, münavebe yolunu kapatma amaçlı idi. Hükümetin ilgası ve eşzamanlı CB+TBMM seçim düzeneği bile, tek başına çoğunluk için yeterli olmadı ve AKP, MHP’yi yedeğine aldı. Türkiye’yi çok yoran 20 yıllık iktidar için, kişi+parti+devlet birleşmesi de kurtarıcı olmadı.

Haliyle, en geç 9 ay içinde yapılacak seçimde AKP-MHP ikilisinin en büyük korkusu siyasal münavebe olduğu için, seçime yönelik söylemleri “iktidarı devirme“ mecrasına yönlendirme çabası açık. Seçim (Nisan 2022) ve sansür (Ekim 2022) düzenlemeleri, AKP-MHP’nin SM sendromu aslında.

SİYASAL SÖZLEŞME

Bu nedenle, demokratik parlamenter rejim için oluşan Millet İttifakı’na ‘adayını açıkla’ yönündeki baskıya, “sana ne benim adayımdan?” yanıtı verilmeli.

Kuşkusuz en ahlak dışı saldırıları, yakın geçmişte kendilerinin iltisaklı ve irtibatlı olduğu (için siyasal ayağına dokundurtmadıkları) FETÖ ve PKK üzerinden yapmaları, geçmişe ilişkin (ortak yönetim ve eylem) ve gelecek (SM) korkuları ile açıklanabilir.

Sayın Kılıçdaroğlu’nun önderliğinde oluşan Millet İttifakı’nın Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem (GPS) belgesi, gerçekte bir siyasal sözleşme ve CB adayının en meşru ve haklı ortak zemini.

İvecen olmaya gerek yok; çünkü aday açıklamasından önce, yapılmakta ve yapılacak olanlara ilişkin bir yol haritası somutlaştırılmalı. Geçiş dönemi, üç aşamalı tasarlanmalı:

Siyasal münavebe öncesi

SM sonrası ve anayasa değişikliği öncesi

Anayasal düzen kuruluşu sonrası.

Geleceğe yönelik saydamlık önemli; zira 6’lı Masa’yı yıkmaya yönelik örtülü ve açık kumpaslar, iltisak ve irtibat çamurları, yaratılacak köstebekler ağı, sürekli körüklenen bilgi kirliliği eşliğinde katmerleşecek.

SM=DEVRİM

“Kandırıldık, ihanet ettik İstanbul’a, ne istedilerse verdik” vb. itiraflar zinciri ile kendini özdeş kılan parti yönetiminin, Anayasa’nın emredici ve yasaklayıcı hükümlerini sürekli ve sistematik ihlali, vatana ihanetle özdeş. Haliyle, SM’ye direnci, pek kararlı ve sürekli.

Bu nedenle, demokratik hukuk devleti yanlıları için siyasal münavebe, ortak söylem ve dayanışma paydası olmalı.

CHP, 2022 yazı kucaklayıcı Türkiye çalışmasını, TBMM’de de nitelikli yasama yasama etkinliği ile sürdürecek, hafta sonları saha çalışmalarını aksatmaksızın.

Sivas Kongresi’nde 103 yıl önce temelleri atılan ve 9 Eylül 1923’te kurulan CHP’nin,

  • Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve Devrimci‘ ilkelerde somutlaşan kuruculuk misyonu, 2023’te de yeniden kuruluş için sürmekte:

Doğru bilgi temelinde düşünce alanını genişleterek,

Demokrasi yanlıları ile dayanışma halkalarını büyüterek,

Değişimin devrim niteliği taşıdığı bilinci ile,

Dünyevi hukuk ve bilim ekseninde,

Siyasal iktidarın seçimlerde eldeğiştirmesi için dirençli ve sistematik çaba…

Kurtuluşun İlk Adımı 19 Mayıs 1919; 103. Yılında ADD 33 Yaşında!

Kurtuluşun İlk Adımı
19 Mayıs 1919; 103. Yılında

ADD 33 Yaşında!

Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın, 3 yıl 3 ay 22 gün süren kutlu yürüyüşünün 19 Mayıs 1919’da Samsun Limanı’nda atılan İLK ADIM’ının 103. yıldönümünü kutluyoruz. 

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

103 yıl sonra yine iç ve dış sorunlarla boğuşuyoruz. Yine emperyalizm boğazımıza çökmüş, ülkemizi bölmek için oyun üzerine oyun kuruyor. Yine karanlık güçler ve hain işbirlikçileri iş başında. Üstelik günümüz koşullarının yarattığı, sayıları milyonları bulan ve demografik yapımızı tarumar eden geçici (!) sığınmacılar ve benzeri başka sorunlarımız da var. 1919’un karanlık tablosundan farklı olarak, güzel yurdumuz bir silahlı işgal altında değil tabii, ama kimi zihinlerin işgal edildiği gün gibi ortada.

Bütün bu olumsuzluklara karşın;

  • Yüz yıl önce Ulusal Kurtuluş Savaşını zafere ulaştıran, Cumhuriyeti kuran, Aydınlanma Devrimleri ile Ulusumuza çağ atlatan Mustafa Kemal Atatürk’ün rehberliği gibi,
  • Türk Ulusu’nun bağımsızlık tutkusu, Laik Cumhuriyet ve demokrasiye bağlılığı gibi,
  • 103 yıl önceye göre çok daha eğitimli ve zengin (nitelikli) insan kaynağımız gibi,
  • Milli Mücadeledeki cesaret ve kararlılıklarını sürdüren kahraman kadınlarımız ve her yaştan gençlerimiz gibi,
  • Kemalist düşünceyi ve Cumhuriyet değerlerini yeniden halkımıza ulaştıran, deneyimli, eğitimli, gözü pek devrimci kadrolara sahip, ülke sathına yayılmış ve
  • 33 yıl önce bugün kurulmuş ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ gibi

ufkumuzu aydınlatan, umudumuzu yükselten, Ulusumuzu yüreklendiren çok önemli değerlerimiz var.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi (AS: silah bıraktırma) sonrası, 13 Kasım 1918 günü İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, Boğaz’a demirlemiş emperyalist donanmasını gördüğünde -Ulusuna duyduğu güvenle- “Geldikleri gibi giderler” demiş ve asla terk etmediği bu inançla İstanbul’da geçirdiği 6 ay boyunca kafasında kurguladığı zaferin planlarını ilmek ilmek örmüş, kendisini hayalci bulanlara karşın Bandırma vapuruna binme cesaretini gösteren 18 adsız kahramanla Samsun’dan başlayarak Türk Milleti’ni ayağa kaldırmıştı. (AS: 3 yurtsever Hekim idi!)

Mustafa Kemal Atatürk’ün “Geldikleri gibi giderler” sözü, işgalcilerin kendiliklerinden gidecekleri hayaline değil, akıl ve bilim temelli YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM şiarına (AS: ilkesine) dayanıyordu.

Amasya Genelgesinden Erzurum Kongresine, Sivas Kongresinden, Büyük Millet Meclisi’ne, Birinci ve İkinci İnönü zaferlerinden Sakarya ve Dumlupınar’a, İzmir rıhtımından Mudanya’ya, Lozan’a, Montrö ve Hatay’a kadar hep ANTİEMPERYALİST ve TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE hedefli KEMALİST İDEOLOJİ izlenecekti.

Bu tarihin en haklı, en ahlâklı ve en namuslu mücadelesini veren Kuvayı Milliyecilerin önü, emperyalist işgalciler kadar, Osmanlı Sarayı’nın Vahdettinleri, Damat Feritleri, Ali Kemalleri, Kuvayı İnzibatiyecileri, Anzavur Ahmet çeteleri ile gerici isyancılar ve emperyalizmin kadim işbirlikçileri dinci yapılanmalar tarafından da kesilmek istendi. Tıpkı bugün ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’nin önünün kesilmek istenmesi gibi. Tıpkı Kurucu Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy’un Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurduktan 8,5 ay sonra katledilmesi gibi. Tıpkı kurucumuz Doç. Dr. Bahriye Üçok’un, Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın paramparça edilmeleri, Genel Başkanımız Şener Eruygur ve pek çok yöneticimizin iktidar destekli FETÖ kumpas davaları ile zindana atılmaları gibi…

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için, Toros dağlarında, Istrancalarda, Kaçkarlarda, Antep’te, Ege’de yanan çoban ateşleri umut ışığı olmuş, yurdun her köşesinde kurulan Müdafaa-i Hukuk ve Reddi İlhak cemiyetleri ile Kuvayı Milliye örgütleri O’nun milletin azim ve kararını harekete geçirme çabasına omuz vermede halka önderlik etmişti. Günümüzde de ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ, Mustafa Kemal’in Askeri olan on binlerce üyesi ve bugünün Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olma bilinci ile Atatürk’ün 20 Ekim 1927 günü GENÇLİĞE HİTABE’si ile verdiği görevinin başında, Milletinin hizmetindedir.

103 yıl önce güneş bir 19 Mayıs sabahı Samsun’dan doğmuştu.

O GÜNEŞ YENİDEN DOĞACAK, inanıyoruz.

Çünkü; Ulusumuza güveniyoruz. Çünkü Türk Ulusu “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile,
âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” 
diyen o büyük devrimciyi
hiç yanıltmadı, yine yanıltmayacaktır.

19 Mayıs 1919’da Samsun’dan yola çıkan Mustafa Kemal Paşa ile dava ve silah arkadaşlarını, Türkiye Cumhuriyeti’ne kanları ve canlarıyla yaşam veren Kemalist Devrimcileri şükran ve saygıyla anarken;

  • ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİMİZ’in kurucularını ve ödenemez emekleri ile bugüne ulaştıran yüz binlerce Atatürkçüyü minnetle yad ediyor, yaşamlarını sürdürenlere sağlık ve esenlik diliyoruz.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak;

  • KEMALİZM’in namus sesini bir SİS ÇANI gibi yurdumuz semalarına asma
  • Ve yeniden Atatürk Cumhuriyeti’ne ulaşma azim ve kararımızı yineliyor,

Aziz Milletimizin 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutluyoruz.

Saygılarımızla…

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL MERKEZİ
===========================================
Dostlar,

Yukarıdaki iletiyi biz de bütünüyle (“aynen” yerine) benimsiyor ve paylaşıyoruz.

Değerli meslektaşımız, ADD Genel Başkanı Sayın Dr. M. Hüsnü Bozkurt ve çalışma arkadaşlarını, ölçüsüz özverileri, kısa sürede ulaştıkları somut ve büyük başarı nedeniyle içtenlikle kutluyoruz. Bundan sonraki hizmetleri için de gönülden destekliyoruz.

Ulusumuzun da ADD’yi bu tarihsel – ulusal savaşımında gereğince ve yeterince destekleyeceğini umuyor ve çok kıdemli bir ADD üyesi / neferi olarak bu çağrıyı bir de biz yapıyoruz.

Çalışmaları ve nasıl destek olabileceğinizi görmek için lütfen ADD web sitesini ziyaret ediniz :

www.add.org.tr..

Üye olmak, bağış yapmak, burs vermek, duyuruları – yazıları…. paylaşmak için…

CIA Ankara istasyon Şefi Graham Fuller, 2008’de Türkçeye çevrilen “Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabından : (Bu tweet iletimiz 32 bini aşkın insan tarafından okundu..)

  • “Türkler Kemalizmi terkedip ılımlı İslamı benimsemeli. Ilımlı İslam Kemalizmi silme amaçlı karşıdevrim ve karşısında Türk ordusu ile ulusalcı aydınlar; tasfiye edilmeleri gerek”

ADD saflarında ULUSAL BİRLİK dışında kurtuluş var mı??
Batı emperyalizmi Sevr‘i çöpe atmadı…
Vargücüyle uygulamaya çalışıyor, gecikmeyle de olsa.
***
Güncelliği nedeniyle buraya ekleyelim :

Eğer Atatürk Havaalanını pistlerini kırarak ranta açmak / yağmalamak VATAN HAİNLİĞİ değil ise, başka hiçbir şey değildir!
Bu işi yapanlar gerçekten vatan haini değil iseler, bunu kanıtlamak için derhal yıkımı durdursun!

Sevgi ve saygı ile. 21 Mayıs 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD Bilim Kurulu 2. Başkanı, 30 yıllık üye / nefer
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

ADD’den 23 Nisan 2022 Ulusal Egemenlik Şenliği ve Bildirgesi..

Dostlar,

ADD bu gün, 23 Nisan 2022 Cumartesi günü, çok kapsamlı bir etkinlik düzenlemekte..
Sabah 11:30’da ATO (Ankara Ticaret Odası) büyük kongre salonunda (Congressium) toplanacağız.

Ülkemizin her yerinden Derneğimiz üyeleri ve yoldaşları otobüslerle, trenle, araçları ile yola çıktılar bile… Program, aşağıdaki görselde de (posterde) yazıldığı üzere;


Saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başlayacak.
Ardından, Genel Başkanımız Sn. Dr. M. Hüsnü Bozkurt,

  • ADD’nin ULUSAL EGEMENLİK BİLDİRGESİNİ (MANİFESTOSUNU) okuyarak
    ülkemize ve dünyamıza haykırışlarımızı, isteklerimizi ve kararlılığımızı,
  • Ulus Egemenliğine her koşulda ve sonsuza dek sahip çıkacağımızı herkeslere duyuracak.

Bando gösterisi izleyecek Bildirgenin paylaşılmasını.
Etkinlik, ADD web TV’de eşzamanlı yayınlanacak (youtube ve öbür sosyal medya hesapları)

Öğleden sonra 14:00’te ise, Aslanlı Yolun başında toplanarak Anıtkabir’e, Yüce ATATÜRK‘ü ziyarete gideceğiz.

Büyük Millet Meclisi, günümüzden 102 yıl önce 23 Nisan 1920 günü Ankara’da, Mustafa Kemal Paşa‘nın uzun ve çok yoğun emekleriyle toplanabilmişti. 16 Mart 1920’de, Mustafa Kemal Paşa’ın uyardığı ve öngördüğü üzere İstanbul’da Meclis-i Mebusan işgalci İngilizlerce basılmış ve dağıtılmıştı. Yakalanan mebuslar Malta adasına sürgüne – zindana yollanmıştı. Kurtulabilenlerin bir bölümü Ankara’ya geldi, Büyük Millet Meclisine katıldı.

Mustafa Kemal Paşa 4 Eylül 1919’da başlayan Sivas Kongresinde Heyet-i Temsiliye başkanı seçilmişti. 19 Mayıs 1919’da bağımsızlık savaşımızı örgütlemek üzere işgal altındaki İstanbul’dan yola çıkmış ve Samsun’dan başlayarak ilmek ilmek Kurtuluş Savaşı için Ulusu hazırlamıştı. Boynunda, son Osmanlı padişahı “hain – deni – soysuz” (Atatürk’ün SÖYLEV‘inde kullandığı sözler!) Vahdettin’in idam fermanı, “sine-i millette bir ferd-i mücahit” olarak Anadolu’da çok sayıda yerel Kongre toplanmıştı. 27 Aralık 1919’da Ankara’da coşku ile karşılanmıştı.

İstanbul Meclis-i Mebusanı’nın dağıtılmasını izleyen günlerde, boşluk oluşmasına izin vermeksizin Ankara’da olağanüstü yetkili bir Meclis toplanmasını istemişti. İşgal altındaki Anadolu’dan ancak 115 temsilci toplanabilmişti. Geceleri, kara çarşaflara bürünerek, saman balyaları arasında, kağnılarla gelebilmişlerdi. 23 Nisan 2020 günü Ankara’da umutsuzluk ve hüzün baskın görünüyordu. Paşa gürledi, Milletvekillerine şöyle seslendi :

“İşittim ki bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla Milli Meclise davet etmedim.
Herkes kararında hürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu kutsal davaya inanmış bir insan sıfatıyla buradan bir yere gitmemeye karar verdim.
Hatta hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, bu şekilde Elmadağı’na çıkar, orada
tek kurşunum kalana kadar vatanı müdafaa ederim. Kurşunlarım bitince
bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı, kutsal bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna and içtim.”

Böyle konuşunca herkesi bir heyecan dalgası sardı. Hiçbiri gözyaşlarını zaptedemiyordu.

O şanlı 1. Meclis, Kurtuluş Savaşımızı Mustafa Kemal Paşa başkanlığında başarıyla yönetti.
1923 seçimleriyle yerini TBMM’ye bıraktı, o da Lozan Andlaşmasını onayladı…
Başkanlık Kürsüsünün üzerinde artık

  • “EGEMENLİK BAĞSIZ KOŞULSUZ ULUSUNDUR” yazmaktaydı.

O tabela 102 yıldır orada ve asla inmeyecek..

  • Artık egemenliğin kaynağı gaiplerde, göklerde, saraylarda, sultanlarda değil; ULUS’ta!

Adı üstünde; ULUS EGEMENLİĞİ, ULUSAL EGEMENLİK…

Ve bu görkemli devrim, çocuklarımızca da içselleştirilsin diye, yeryüzünde örneği olmaksızın, Mustafa Kemal Paşa tarafından onlara bir bayram olarak armağan edildi izleyen yıllarda.

Günümüzde çocuk şenlikleri – çocuk eğlencelerine indirgenerek ULUSAL EGEMENLİK DEVRİMİ görmezden gelinerek bu bilincin kuşaktan kuşağa aktarılması bilerek engellenmeye çalışılıyor. Ama boşuna… Artık insanlar uyanmışlardır ve kendilerini kendileri yöneteceklerdir dokunulmaz ve mutlak olan egemenlik haklarını doğrudan ya da dolaylı belirlediği temsilcileri eliyle.

Bu tarihsel olgunun ve gerçekliğin böylece kabulü ve demokratikleşme ekseni kabulü çok yerinde olur. İşte bu gün, 102 yıl sonra dünyaya ve ülkemize ADD olarak düşüncelerimizi sunacağız, sorunlara ve tehditlere dikkat çekeceğiz, çözüm önerileri ve kararlılığımızı koyacağız orta yere..

Herkes çağrılımızdır..

23 Nisan 2022 Cumartesi, 11:30, Ankara Ticaret Odası büyük kongre salonu..

Sevgi ve saygı ile. 23 Nisan 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc ADD Bilim Kurulu 2. Başkanı
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik   twitter : @profsaltik